DENEMELERİM




DÜŞÜNMELERİM

ÖNSÖZ
Bu Kitabın özellikle hitap ettiği bir kesim yok. Okumayı seven, okumak isteyen, düşünmekten hoşlanan herkesin okuyabileceği, okuyan herkesin anlayabileceği bir kitap. Facebook paylaşımlarımdan esinlenerek oluşturduğum keyifli bir çalışma oldu. Hepimizin bildiği, çoğu zaman şikayet ettiği, gördüğü fakat görmezden geldiği, rahatsızlık duyduğu, düşünmekten kaçındığı, insanın, insanlığın içinde bulunduğu durumları basit bir dille anlatmaya çalıştım. Kendimce fark ettiğim bazı ayrıntıları sizlere de fark ettirmek istedim. Farkın farkına varanlar olarak bizlerin toplumda bir farkındalık hareketi başlatması gerektiği inancındayım. Bu bilinç içinde olup, çevremizi uyarmalı, aydınlatmalıyız. Belki bu şekilde yaşadığımız topluma bir katkıda bulunma şansımız olur. Bence fikir üretmek elektrik üretmek kadar değerlidir. Nasıl ki elektrik fiziksel dünyamızı aydınlatıyorsa, fikirlerimiz de iç dünyamızı, ruhumuzu, kalbimizi, zihnimizi aydınlatır. Ne mutlu fikirlerimiz birilerinin hayatına ışık tutabiliyor ve onların hayatını olumlu yönde etkileyebiliyorsa. Her ne kadar sürçü lisan ettikse affola… 

DÜŞÜNCEYİ PAYLAŞMA İHTİYACI

Düşünen insanın en büyük ihtiyacı düşüncesini paylaşma açlığıdır…

Bir ara en büyük acılarımdan biriydi bu. Düşündüklerimi paylaşamamak, okumak okumak ve okuduklarım hakkında konuşacak, tartışacak birilerini bulamamak. Bana göre hiç kimse yeterince okumuyor, yeterince düşünmüyor, yeterince yorumlamıyordu. Kimse yeterince irdelemiyordu olup bitenleri. Yeterince üretken değildik hiç birimiz. Kimle konuşacaktım bunları? Kime anlatacaktım derdimi? Kim anlayabilecekti anlattıklarımı? Denemedim değil. Anne baba, çoluk çocuk, konu komşu, eş dost… bir yere kadar. Hepsi bir yere kadar anlayabiliyordu anlattıklarımı. Ya da ben bir yere kadar anlatabiliyordum. Daha fazla ilerleyemiyordum, düşündüklerim sanki havada kalıyordu. Yeterince aktaramıyordum, olmuyordu bir türlü. Bir yolunu bulmam lazımdı, bu dolmuşluktan, birikmişlikten, düşünmelerimden, bir şekilde kurtulmam lazımdı. Düşünmeye de engel olamıyordum, durduramıyordum kendimi. Sanki gizli bir güç sürekli düşünmeye zorluyordu beni. Zaten şunu düşüneyim, bunu düşünmeyeyim; bir ara vereyim diyemiyordum. Ben farkında olmadan birikiyordu düşünceler zihnimde, yiyip bitiriyordu beni. Acaba düşünme hastalığına mı tutulmuştum?  Evet doğru ya başka nasıl olabilirdi ki? Hastalıktı benimki, belki de bağımlılık ya da alışkanlık bir türlü kurtulamadığım, üstümden atamadığım… Ne sancılı duygulardı bunlar. Çaresiz olan da bendim, çareyi bulacak olan da ben… Deneye yanıla buldum çaresini.

 Yazmak! Yazmak kurtardı beni. En büyük ilacım oldu yazmak. Meğer ne etkiliymiş! Ne fevkalade bir şeymiş! Nasıl bir rahatlama, nasıl bir kendine gelme, nasıl bir yenilenme… nasıl bir huzur buldum anlatamam.

Şimdi anlıyorum ünlü düşünürlerin, bilim adamlarının neden yazdıklarını, yazmayı konuşmaya tercih ettiklerini. Söz uçar yazı kalır özdeyişini fazlaca benimsediklerinden mi? Çok bildiklerini, çok düşündüklerini gösterme çabasından mı? Gelecekte isimlerinin anılması için mi? Yazmayı konuşmaktan daha zevkli bulduklarından mı? Acaba bu insanlar neden bu kadar yazmış? Sayfalar dolusu yazıya, ciltler dolusu kitaba ne gerek var? Neyin ihtiyacı bu? Artık biliyorum ki düşünmeyi paylaşma ihtiyacı bu, düşünceyi paylaşma açlığı da diyebiliriz. Bakmışlar etraflarına: Bazen bunları anlayabilecek birilerini bulamamışlar, bazen düşündüklerini tartışabilecek ortam olmamış, bazen kimse benimsememiş anlattıklarını, hak ettiği değeri vermemiş anlattıklarına. Yadırgamışlar, dışlamışlar, düşman olmuşlar, karşısına çıkmışlar, bastırmışlar, izin vermemişler paylaşmasına. Hal böyle olunca düşünen adam ne yapsın? Düşünür düşünmeden durabilir mi? Ne yapacak düşündüklerini? Düşünüp düşünüp içine mi atacak? Beğenmiyorlar diye çöpe mi atacak? Yoksa yastığının altında mı saklayacak? Elbette yazacak, yazarak paylaşacak. Kah karşı çıkacak, kah eleştirecek, kah alkış tutacak. İçinden geçenleri, şimdi kıymeti bilinmeyen ilerde el üstünde tutulan dahiyane fikirleri, teorileri, ispatları… yazacak. Bazen kısa bir cümle, bazen sayfalar dolusu kitaplar anlatacak onun düşüncelerini. Dertleşecek zaman zaman, böylece rahatlayacak, yaşamına devam edecek. Düşünmeyi sürdürecek. Eğer yazmak olmasaydı bunca düşünür ne yapardı? Düşüne düşüne çatlar giderdi. Bir ifade yolu bulamasaydı eminim pek çoğu kafayı yerdi…

EVLİLİK

-İki kişinin karı-koca olmasıdır
-En kutsal müessesedir
-iki kişinin aile olmaya karar vermesidir
-En eski en yeni toplum birimidir
-Eşini mutlu etmektir
-Eşini sevmektir, ona saygı duymaktır
-Eşini hoş görmektir, onu anlayışla karşılayabilmektir
-Eşini anlayabilmektir
-Tatlı dilli olabilmektir
-Sadakatle hareket etmektir
-Hayatı paylaşmaktır
-Birbirine destek olmaktır
-Yuva kurmaktır, bu yuvada huzur bulmaktır
-İki zıt kutup arasındaki çekim kuvvetidir
-Aynı kutuplar arasındaki itme kuvvetine rağmen bir arada kalabilmektir
-Aradan geçen yıllara rağmen aşkı taze tutmaktır
-Aynı kişiye defalarca aşık olmaktır
-Sevmekten bıkmamaktır
-Eksikleri görmemektir, kusurları örtmektir
-Neşeye, sevince, kedere ortak olmaktır
-Eşin öfkelendiğinde susmaktır
-Eşlerin kişiliklerine saygı duymaktır
-Kendiniz dışında başka birinin her şeyi için çabalamaktır
-Doğru insanı bulmuş olmaktır
-Doğru insan olabilmektir
-İki insanın birbirini sevdiğini herkese haykırmasıdır
-Harbi delikanlının işidir, delikanlıca bir iştir
-Cesurca ve mertçe hareket etmektir
-Yüzüstü bırakmamaktır, sahip çıkmaktır
-Koruyup kollamaktır, bir çeşit fedailik işidir
-Değer vermektir
-Değer bilmektir
-Ben değildir, bizdir
-Bazen tüm dünyayı karşına almaktır
-Olgunlaşmaktır
-Bazen dertsiz başına dert almaktır
-Türlü çileler çekmeye hazır olmaktır
-Sevdiğine katlanmaktır
-Birken iki, ikiyken üç olmaktır
-Zor olanı başarmaktır
-Karşındakinden sıkılmamayı öğrenmektir
-Bazen anandan doğduğuna pişman olmaktır
-Bazen hayatının hatası, bazen hayatının anlamıdır
-Evlilik ortaklık yüzdelerinin eşit olduğu bir şirkettir, ortaklardan biri hisselerini diğerine satmaya başlarsa; hisseleri satan da, alan da, şirket de batar…
Etrafınıza şöyle bir baktığınızda çeşit çeşit şirket görürsünüz gelin önce aile desteğiyle kurulan bir şirketten başlayalım. Birkaç tane şirket kuralım.

ŞİRKET I
Ailenin biricik oğlu okulunu bitirmiş, askerliğini yapmış, güzel de bir iş bulmuştur. Tabi süreç bu kadar kısa ve kolay geçmemiştir ama nihayetinde ülkenin tüm gerçeklerine rağmen olabilmiştir bunlar. Ailesi hayatının her aşamasında destekledikleri oğullarının başarılarıyla gurur duymaktadır. Bir yandan da sanki bir şeylerin eksik olduğunu ya da bir şeylerin zamanının geldiğini düşünmektedir. Çok zekisiniz! ben leb demeden leblebiyi anladınız. Sizin de tahmin ettiğiniz üzere oğlumuzun evlenme yaşı gelmiştir. Ailenin de en büyük hakkıdır biricik evlatlarının mürüvvetini görmek. Ee üniversiteyi bitirmiş işi gücü var arabası da var (kendilerinin mezuniyet hediyesi olarak verdikleri). Evlenip çoluk çocuğa karışması için hiçbir engel yoktur. Tek sorun evlenecek aday olmamasıdır. Anne ve baba bunca yıl oğulları için özel hoca bulmuş üniversiteyi kazandırmış, okutmak için para bulmuş mezun etmiş, iş bulmuş, kadroya aldırmış, kız mı bulamayacaklardı evlendirmek için? Sorup soruşturmuşlar, memlekete haber salmışlar, eski dostları aramışlar, konu komşu birlik olmuşlar nihayet kızı bulmuşlar. Oğullarının yaşına, boyuna, huyuna uygun hem de kadrolu memur. Okumuş bir kız bulunca kaçırmak istememişler haliyle. Güzellik desen bunda, ahlak desen bunda, iş desen bunda, akıllı da… Bundan iyisi şamda kayısı deyip alıvermişler kızı. Kırk gün kırk gece olmasa da iki gün iki gece dillere destan bir düğün yapmışlar. Düğün hediyesi olarak da ev hediye etmişler gençlere. Böyle evlilik dostlar başına. Gençler yeni evlerinde masallardaki gibi mutlu bir şekilde yaşamışlar ilk günlerde. Sonra hayatları monotonlaşmaya başlamış. Ev-iş arasında mekik dokur olmuşlar. Sabah erkenden kalkıp işe gidiyorlarmış ama bizim kızın bir huyu varmış: kesinlikle dolmuşa, otobüse binmezmiş (bir çeşit toplu taşıma aracı fobisi-nedense evlendikten sonra ortaya çıkmış bu fobi onda) . O yüzden eşi önce onu bırakırmış işe sabahın köründe, sonra kendi iş yerine geçermiş; gittiği yolu geri gelmek pahasına. Akşam çıkışta da aynısı oluyormuş yirmi kilometre gidip yirmi kilometre geri dönmek zorunda kalıyormuş her defasında. Günde kırk kilometre fazladan yapıyormuş eşi için ama önemsemiyormuş çünkü eşini deliler gibi seviyormuş. Akşam beraberce eve geliyorlarmış hanım kızımız biraz rahatına düşkün olduğu için gelir gelmez biraz uzanıyormuş. Tabi yemek yapmak, sofrayı kurmak, bizim oğlana kalıyormuş. Ütü yapmaktan da nefret edermiş bizim kız, o yüzden kendininkilerle birlikte aradan çıkarıverirmiş bizim oğlan eşininkileri de. Yemek hazır olunca gelirmiş sofraya kız, beraberce yerlermiş yemeklerini, bizim kız tam bir gurme olduğu için hemen anlayıverirmiş yemeğin görüntüsünden, tadından, kokusundan neyin eksik olduğunu, hemencecik söylermiş eksiklerini kusurlarını yemeğin, bir de nasıl pişirmesi gerektiği konusunda da tariflerini verirmiş eşine bir dahaki sefere daha mükemmel iş çıkarması için. İş sofrayı toplamaya gelince derhal uzaklaşırmış bizim kız mutfaktan her gün izlediği dizilerden biri kaçmak üzeredir zira. Tek sorun bu olsa iyi, bir de bulaşık görmekten midesi bulanırmış bizim kızın, makineye döşeyemezmiş bulaşıkları, o iş de oğlumuza kalırmış. Kızımızın elinden gelen bir şey yok mu diyeceksiniz hakkını yemeyelim güzel süpürürmüş ortalığı ama bir iki dakika sonra beli ağrımaya başlar bırakırmış elektrik süpürgesini, bizim oğlan kaslı kollarıyla çabucak hallediverirmiş eşinin başladığı işi. Akşamları geç yattığı için sabahları da erken kalkamazmış bizim hanım kahvaltıyı da biricik eşi hazırlarmış sonra da bir önceki gün olduğu gibi evden çıkarlarmış. Bizim oğlan hiç de şikayetçi değilmiş halinden yapabildiği sürece yapmaya kararlıymış her şeyi. Eşinin hisseleri ona hiç de ağır gelmiyormuş. Ama konu komşunun, annesinin, iş yerindekilerin kışkırtmaları sürekli olarak telkinleri bizimkini düşünmeye ve mantıklı bir karar vermeye zorlamış. İlerleyen zamanlarda da zor gelmeye başlamış bu dengesiz iş paylaşımı ve gelin hanımın yaptıkları daha doğrusu yapmadıkları. Evlilik çatırdamaya başlamış yavaş yavaş, sonra da kavgalar, tartışmalar, saygı kaybı… 

ŞİRKET II

Anne baba destekli evliliğin bir de ev hanımlı versiyonu vardır, aile oğlumuz zaten iş yerinde yeterince yoruluyor, eziliyor bari evde rahat etsin düşüncesiyle okumamış kız ya da okumuş fakat çalışmayan kız tercih ederler oğulları için. Evinin hanımı, çocuklarının anası olsun oğullarına iyi baksın modeli. Bu tip evliliklerde kadın iç işlerine baksın, erkek dışarıdaki işlerle uğraşsın, para kazansın düşüncesi hakimdir. Düşünce hiç de fena değildir ama evlilik gerçekleştikten sonra uygulamalarda problemler çıkabilir. Hanım kız görevini sadece eşine güzel görünmek olarak algılayabilir o yüzden paso süslenir. Eşini yolcu eder doğru kuaföre gider saçını, bakımını yaptırır  oradan altın ya da dolar gününe geçer. Çaylar, kısırlar, kekler, ikramlar, göbek atmalar, akşam eşinden önce eve gelir telefon eder marketten alınacakları sıralar eşine. Eşi gelir elinde poşetler, hanım kız bakar poşetlere muhteşem zekasıyla hemen fark eder eksik olanı kapıda çıkışır eşine, nasıl unutursun da nasıl yaparsın da böyle bir hatayı, sonra poşetleri tezgahın üzerine koyar kızgınlıkla malzemeleri çıkarır eşi için. Kendi tv ya da pc başına geçer kızgınlığını bu şekilde çıkarır ondan mutlaka bir bahanesi vardır. Tavuğa dokunamaz(ıığğ çok kaygan), balığın yanından geçemez(iğrenç kokuyor), mantarı elleyemez(tüylerim diken diken oluyor), soğan doğrayamaz (gözlerimi yaşartıyor), sarımsak soyamaz (ellerim kokuyor), havuç rendeleyemez…o niye? Prensip gereği:) Bu kızlar analarının akıllı evlatlarıdır. Evin küçük oğluyla evlidirler. Hazıra konarlar. İş varsa bir güzel sıyrılırlar. İş yapıyor görünme konusunda uzmandırlar, ağızları laf yapar, istekleri hiç bitmez. Eve aldıracak bir şeyler, alışveriş için bir mazeretleri mutlaka vardır. Akşama kadar hiçbir şey yapmadan oturup, akşam eşlerine iş yaptırmaktan gocunmayıp, sabah öğleye kadar uyumaktan çekinmeyen tiplerdir. Eşleri genelde edepli, sessiz ve çekingendir. Hanım kızlarsa tam tersine edepsiz, şirret ve yüzsüzdür. Bu tip evlilikler beyefendilerin sabredebildiği yere kadar gider. Hanım kız hisselerini devredebildiği kadar devreder eşine hatta komple şirketi eşinin üzerine geçiren bile vardır. Böyle olunca sözde güzel gibi görünen bu olay özde evliliğin bitişi demektir…

ŞİRKET III

Bir de aile desteği olmadan yapılan evlilikler vardır. Eşler birbirini ya okulda tanır ya da yeni başladıkları iş yerinde. Aşk evliliği yaparlar maddi manevi her şey ortaktır onlar için. Yeni mezun olmuş bir süre arayıştan sonra iş bulmuş birbirini sevmiş iki gencin yaptığı veya yapacağı en kutsal iştir evlilik. Onlar da başka bir masalın kahramanlarıdır hem de hiç kimsenin desteğini almadan, kendi yazdıkları bir masalın kahramanı. Masal gençlerin sabah erkenden kalkıp işe gitmeleriyle başlar. İkisi de akşama kadar çalışıp yorulurlar yorucu gün bitip evlerine geldiklerinde genç kız üstünü bile çıkarmadan ellerini yıkayıp mutfağın yolunu tutar, hummalı bir yemek yapma çabası içine girer sevdiği insana bir lezzet şöleni yaşatma niyetindedir. Malzemeler dolaptan çıkarılır, yıkanır , ayıklanır, doğranır, yemek ocağa konur, henüz acemi olduğu için tezgahın üzeri savaş alanına döner buna aldırmadan kızımız üzerini değiştirmeye gider, koşuşturmacanın içinde tuvalete bile gitmediğini hatırlar, tuvalet kağıdının bittiğini sıvı sabunun doldurulması gerektiğini fark eder biten tuvalet kağıdını takar, sıvı sabunu doldurur, arkasından tuvalet ve banyonun havlularını değiştirir, ortalığı toplar, bulaşık makinesini boşaltır, buna benzer irili ufaklı pek çok işi halleder, arada yemeğin pişip pişmediğini kontrol eder. Savaş alanına dönmüş tezgahı temizler çöpleri atar, yemek pişer demlenene kadar sofrayı kurar, birikmiş beyazlar gelir aklına, onları makineye atar. Eşini çağırır:

 -hayatım yemek hazır.

Çağırır mı? Eşi nereye gitmiştir ki? Nasıl da unuttuk kapıdan beraberce girdiklerini? Genç adam ne yapmıştı? Doğruca ellerini yıkayıp üzerine şöyle rahat bir şeyler giydikten sonra üçlü koltuğa uzanıp elinde kumanda TV karşısına geçmişti. Hanım kız bunlarla uğraşırken olup biteni beyefendinin ruhu bile duymamıştı. Ne kadar saftı, ruhu duymamıştı. Gerçekten saf mıydı? Hasta mıydı yoksa? Yoo katır gibiydi, sapasağlamdı her yerinden sağlık fışkırıyordu. Sağlıklıydı sağlıklı olmasına ama evlendikleri günden beri hep böyle yapıyordu. Biraz önceki bütün duyarsızlıklarına rağmen bu sese karşı öyle duyarlıydı ki genç çocuk. Hemen kalktı, TV yi bile kapatmadan koşarak mutfağa gitti arkasından bir çırpıda masaya oturdu, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle. O önündekilere büyük bir zevkle bakarken, genç kız beyefendinin açık bıraktığı TVyi ve odanın ışığını kapattı hiç gocunmadan. Yemek çok güzel geçti eşi acemiydi ama döktürmüştü marifetlerini hem göze hem mideye hitap etmesi için baya çalışmıştı anlaşılan, zevkle yediler yemeklerini. Genç adam tabi daha hızlıydı genç hanımdan. Hemencecik bitirdi yemeğini ellerine sağlık demeyi unutmadı annesi daha küçücükken öğretmişti bunu ona.(Keşke başka şeyler de öğretseydi azcık demekten kendimi alamıyorum.) Ağzını sildi terbiyeli bir çocuk olduğu her halinden belliydi, yemekten sonra mutlaka ellerini yıkardı, yıkadı; fakat değişen havluların, yenilenen sabunların, tuvalet kağıtlarının, makinede yıkanan çamaşırların, düzene sokulmuş banyonun farkına bile varmadı. Sanki bunlar kendiliğinden oluyordu her gün. Genç adam TV sinin başına geçti yeniden. Hanım kız yemeğini bitirdi masayı topladı, bulaşıkları dizdi makineye. İyice yorulmuştu işteyken, eve gelince de ordan oraya koşturmak enerji bırakmamıştı onda. Bir de aklı sürekli meşguldü işle ilgili, yarın bir sunum yapması gerekiyordu onu düşünüyordu. Hem  kariyer hayatına yeni başlamıştı ve çalışması lazımdı. Okuldaki öğrendikleriyle çalışma hayatında yapması gerekenler çok farklıydı. Tam bitirdim oh be bilgisayarın başına geçeyim de şu sunumu hazırlayayım diyordu ki, sevgili eşi içerden seslendi: 

-hayatım şöyle kendi elinden nefis bir Türk kahvesi yapsan da içsek nasıl olur? (Sanki başkasının elinden olma ihtimali var da!)

O kadar da düşüncesiz değildi oğlumuz birlikte bir şeyler yapmak istiyordu, gönül sohbet istiyordu kahve bahaneydi yani. Kızımız hemencecik yaptı bol köpüklü kahveyi, kıvamı, tadı kokusu harikaydı. Sonra hazırlarım sunumu biraz da eşimle vakit geçireyim, onunla ilgileneyim diye düşündü kendi kendine. Karşılıklı içtiler kahveleri, sohbetleri de güzeldi, (ne güzel bir evlilikleri vardı ne kadar mutlulardı. Görenler ne kadar uyumlu bir çift diye düşünürdü herkes hayran kalırdı onlara) Kahveler bitti, kız götürdü gene tepsiyi, bulaşıkları kız dizdi gene. Saat kaça geldi kız ne zaman çalışacak, ne zaman uyuyacak? Sabah erkenden kalkıp bir de bu oduna kahvaltı hazırlayacak. (Gel de sinirlenme)  Hani her şey ortaktı? İşte hisseler böyle böyle satışa çıkar,sen sorumluluklarını yapmazsan, üstüne düşeni görmezsen, görmek istemezsen, her şeyi kadının üzerine yıkarsan, kadın bir sabreder iki sabreder zamanla altından kalkamaz olur bütün bu işlerin. İsyanlar, kavgalar, tartışmalar böyle böyle başlar. Evin evliliğin tadı tuzu kaçar huzur bozulur, ne sevgi kalır ne saygı. Böyle bir müesseseden kimseye hayır gelmez. Şirket batmaya yüz tutar… masal da burada biter

ONLAR

_ Sen de Onlardansın! dedi bana

_ Kim bu Onlar? Dedim

_ Onlar işte! Dedi

Hayatındaki tüm başarısızlıkların, tüm haksızlıkların, başına gelen tüm kötülüklerin sebebiydi Onlar. O, Onları hiç sevmemişti hatta Onlardan nefret etmişti. O, Onlardan hep uzak durmuştu, köşe bucak kaçmıştı, korkmuştu, iğrenmişti… Onun her lafında, Onların yaptığı bir rezillik vardı. Onlar rüşvet yerdi, adam kayırırdı, halka zulmederdi, hakkı tanımazdı. Hep Onların dediği olurdu çünkü Onlar çok güçlüydü, zengindi, iyi kazanırdı, iyi harcardı. Onlar hep en yüksek mevkilere gelirdi, istedikleri her şeye kolayca sahip olurlardı, istediklerini ezer, istediklerini silerlerdi.

Onlar zalimdi, kötüydü insanlığın başına gelmiş en büyük felaketti. Kıyamet Onlar yüzünden kopacaktı. Belli ki Onlar, Onu çok yaralamıştı. O, Onlar yüzünden acı çekiyordu, bir türlü yüzü gülmüyordu. O mazlumdu, biçareydi, acıların çocuğuydu, hep zavallıydı, hakkı yenen, istediği yere gelemeyen, incinen, ezilendi… O, Onlardan davacıydı. O, Onlara hakkını helal etmiyordu. Yaşadığı her gün Onlara beddua ediyordu. O çok mutsuzdu, kendini çok yalnız hissediyordu daima huzursuzdu. İnsanları ikiye ayırmıştı O ve Onlar! Ya Onlardan olacaktı ya O kalacaktı! O, Onlardan olmayı asla istemezdi, Onların arasına asla girmezdi, ölürdü daha iyi.  Korkuyordu çünkü Onlar dünyayı ve insanları ele geçirmişti. Yakında Ona da bulaşacaklardı bir hastalık gibi. Onu da kendilerine benzeteceklerdi. 

Peki bu nasıl olacaktı? O hiçbir zaman Onlardan biriyle konuşmamıştı, tanışmamıştı hatta selamlaşmamıştı. Ona daha önce hiç sorulmamıştı bu soru ‘’kim bu Onlar?’’. O da daha önce hiç düşünmemişti Onları kim bunlar diye. O sadece duymuştu onları. Onun gibiler Onlar hakkında çok şey üretmişti, türetmişti… Onlar hakkında bildikleri rivayetlerden öte gitmiyordu. O şu anda gerçekten şaşkındı. Onlar kim? Kim Onlar? Onların kim olduğunu kendi de bilmiyordu. Zaten hiç bilmedi bilmesi  imkansızdı çünkü Onlar diye birileri yoktu. O ve Onun gibiler uydurmuştu Onları. Çamur at izi kalsın ya da günah keçisi bulmamız lazım değil mi...

YALNIZLIK GÜZEL ŞEY

Yalnızlığı bilen onu bırakmak istemez. Hep onunla olmak ister. Yalnızlık bir kere keşfedilince aşık ve tutkunu olunabilecek bir haldir. Onun tadını alan, günlük yaşamın karmaşasında, büyük kalabalıkların içinde hep yalnızlığı düşünür. Yalnızlık özlemiyle yanar tutuşur. İşinin bitmesini, akşamın olmasını, yalnızlık zamanının gelmesini iple çeker. Hatta bazen krizlere girer, yalnızlık krizleri tutar insanı, acilen yalnız kalmalıdır bu durumda ve herkes onu rahat bırakmalıdır. O sadece kendi ve yalnızlığı ile baş başa belli bir süre geçirmelidir. Yalnızlığı ile görüşmeli, yalnızlığı ile konuşmalıdır, dertleşmelidir onunla. Kimseye anlatamadıklarını, kimsenin çare bulamadıklarını yalnızlığıyla paylaşır. Bir tek yalnızlık anlar onu, yalnızlık bilir onun derdinin ilacını. Yalnızlık iyi gelir insana, bir çeşit terapi gibidir. İç dünyanın dinginleşmesi, kendini bulması, bozulan dengesini yeniden kurması için gerekli bir şeydir yalnızlık. Günümüz insanı yalnız kalamadığı için bu kadar dolu, bu kadar gergin ve bu kadar streslidir. Hayatın hengamesi insanın yalnızlığıyla buluşmasına engel olduğu için, insanlar saldırgandır; hayal kırıklıkları, acılarla, birikmiş nefretlerle doludur. İnsan bir yalnız kalsa durup düşünecek, acılarıyla korkularıyla yüzleşecek, geleceğe dair planlar yapacak, bugün nerede olduğunu, dün nereden geldiğini, hangi aşamalardan geçtiğini irdeleyecek ve ona göre hayatını şekillendirecektir. Maalesef modern dünya bu konuda çok acımasızdır onun karambole bir hayat yaşamasına neden olmaktadır. İnsanın yalnızlığını bile elinden almıştır, bütün hayatını kendiyle doldurmuştur. İşte tüm bunlara rağmen, kendine vakit ayırabilen, yalnızlığıyla baş başa kalabilmeyi başarabilen insan daha mutludur, huzurludur.

Kimileri bu derece yalnızlık özlemiyle yanıp tutuşurken onun peşinde koşarken onu sevmeyenler de vardır. Ondan korkan , köşe bucak kaçan, yakalanmamak için kalabalıklar içinde koşan insanların sayısı az değildir. Yalnızlıktan sadece ondan başka hiçbir şeyi olmayanlar nefret eder. Sahip oldukları başka bir şey yoksa, o itici gelmeye başlar. İnsanın tüm hayatını kaplayan bir veba gibi, kanser gibi, verem gibi ölümcül bir hastalığa dönüşür yalnızlık. Kimine kafayı yedirir, kiminin başını döndürür sarhoş eder, kimine yolunu şaşırtır, kimini yoldan çıkarır. Fazlaca birlikte olunca, bir süre sonra, ağır bir azap, çekilmez bir işkence olur; acı verir yalnızlık. Karanlıkta yürümek gibi, boşa kürek çekmek gibi anlamsızlaşır, amacını yitirir. Bazen ateşte yanıyor gibi bazen de derin sularda boğuluyor gibi hissedersiniz. Alabildiğine çirkinleşir gözünüzde, lanet okutur üzerine, sıkıntıdan patlarsınız, ölesiye tiksinirsiniz, bıkarsınız üzerinizden atamadığınız yalnızlıktan. Bir ses, bir yüz, bir meşgale ararsınız. Televizyon, internet başında sabahlamalar, içilen sigaralar, okunmaya çalışılan kitaplar, çatlayıncaya kadar yenen yemekler, türlü türlü cipsler çikolatalar, elden düşmeyen cep telefonları fayda vermez. Bir nebze olsun azaltmaz yalnızlığınızı. Sokağa fırlayıp delicesine bağırmak, nefesiniz kesilinceye kadar koşmak, ayakkabılarınız yırtılana kadar yürüyüş yapmak istersiniz. İnsan seli gibi akan caddelerde mağaza mağaza dolaşmak, bitirmez içindeki yalnızlığı. Ne melun bir şeydir, yapışıp kalmıştır sanki içinize hiç çıkmamacasına. 

Bütün bu iç sıkıntılarına, çaresizliklere, huzursuzluklara rağmen güzeldir yalnızlık. Çünkü yalnız kalınca anlarsın kaybettiklerinin ve sahip olduklarının değerini. Bir daha yalnız kalmamaya and içersin buna adarsın kendini. Yalnızlığını sona erdiren ilk ses, ilk bakış, ilk tebessüm kimindir bilirsin. Onu kaybetmemenin yollarını ararsın. En güzel hayat dersini verir sana yalnızlık. Anlayabilirsen, kavrayabilirsen bir daha yaşamazsın aynı acıları. Merak etme kimse sonsuza kadar yalnız kalmaz, ve sonunda elbet birilerine bir şeylere kavuşur… Ama sevgiliye, ama mezara, ama hastaneye(akıl), ama onu da sen bul.

KIYAS

Kıyas iki şey arasındaki benzerlilikleri ve farklılıkları ortaya koymaktır. İnsan çoğu zaman değersiz olanı değerli olanla kıyaslayarak değersiz olanın değerini daha da düşürmeye çalışır. Fakat bazen yanılgıya düşer çünkü bu şekilde değersiz olanın değerini yükselttiğini fark etmez. Altınla demiri kıyaslamak altına değerinden bir şey kaybettirmez ama demirin değerini artırır çünkü artık demir de bir yönüyle hatta bir kaç yönüyle altına benzemektedir. Altınla boy ölçüşmektedir. Daha az değerli olanın değersizliğini vurgulamaya çalıştığımız bu çeşit kıyasta genelde farklılıklar üzerinde durulur ve bu yüzden benzerlikler gözden kaçar. İşte o gözden kaçırdığımız benzerlikler alttan alttan değersiz olanın bir yönüyle değerli olanın seviyesine çıktığı mesajını verir. Böyle bir kıyaslama tam tersi bir durumun pekiştirilmesine neden olur. Mesela bir terör örgütü başkanını, bir ulusun kurtarıcısıyla kıyaslarsanız aradaki farklılıkları ortaya koymanız ulusun kurtarıcısına belki değerinden bir şey kaybettirmez ama o toplum düşmanı bölücü başına bir değer yüklemiş, doğrudan değerli olanın seviyesine çıkarmış olursunuz. Toplum düşmanı hain kişi ne yapmıştır da bu mertebeye erişmiştir? Yaptıklarıyla, söyledikleriyle, düşünceleriyle, düşüncelerini eyleme geçiriş biçimiyle nasıl olmuş da bir ulusun kurtarıcısının yanında adı anılır olmuştur? O iki ismi biz yan yana getirmedik mi? Birinin değerini düşürmeye çalışırken, yaptığımız kıyas yüzünden değerini yükseltmedik mi? Acaba kaç tanemiz bunun farkında? En basit iş gibi görünse de kıyas aslında doğru yapılmadığında büyük yanılgılara, yanlış mesajların iletilmesine neden olur. Bu konuda daha duyarlı daha dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum.


Bir de bu olayın kişi ve kişilik hakları boyutu var. Acaba kıyas yaptığımız kişiler bu şekilde kıyaslanmaktan hoşlanır mıydı? İki insan da isimlerinin birbirinin yanında anılmasını ister miydi? Çoğu zaman ölülerle diriler arsında yapılır bu iş. Ama unutulmamalıdır ki bunun ne ölüye ne de diriye faydası vardır… Kişileri kıyaslamak etik olmayan, çirkin bir değerlendirme biçimidir. Ama toplumumuzun neredeyse hastalık derecesinde bağımlı olduğu vazgeçilmezleri arasındadır. Anne babalar çocuklarını kardeşleri ve komşu çocuklarıyla kıyaslamayı, müdür çalışanlarını hem kendi aralarında hem de rakip firmanın elemanlarıyla kıyaslamayı, öğrenciler okuldaki öğretmenlerini dershanedekilerle kıyaslamayı, millet günümüzün devlet başkanlarını geçmiştekilerle kıyaslamayı, eşler karı kocalarını hemcinsleriyle kıyaslamayı pek severler. Çok acımasız ve düşüncesiz olabilirler bunu yaparken. Kıyas yapmayı iyi bilirler fakat bunu yaparken karşılarındaki insana zarar verdiklerini asla bilmezler…

ELEŞTİRİ

Bizde eleştiri yapmak neden sorunludur hiç düşündünüz mü? Ben bu sorunu eleştiri yapmayı bilmememize hatta, eleştirinin tanımından bile habersiz oluşumuza bağlıyorum.
Eleştiri bir şeye kıymet biçme bir şeyi kıymetlendirme demektir, iyi ile kötünün değerini ortaya koymaktır. Bir olayı, durumu, kişiyi, ortaya konulanı  değerlendirmektir. Bu açıklamalardan kafanızda olumsuz bir yargı oluştu mu? Şimdiye kadar eleştiriye dair öğrendiklerinizi bir kenara bırakacak olursanız içiniz de bir antipati duydunuz mu? Tabi ki hayır. Eleştiri olumlu bir şeydir, insanın sahip olduğu üst düzey düşünme biçimlerinden biridir. Her insana nasip olmayan, ender rastlanan meziyetlerdendir. Eleştiri için, zeka, bilgi birikimi; düşünme, yorumlama, analiz etme, sentez yapma gibi bir sürü bilişsel beceri gerektirir. Eleştiri bir karar verme sürecidir o bakımdan çok önemlidir. Dikkatli olunması gerekir. Önüne gelen herkesin yapabileceği kolay bir iş değildir. Hal böyleyken bu kadar güzel bir şey neden öcü gibi algılanır? Neden hiç kimse eleştiriyi sevmez? Eleştiri lafına bile gıcık olur? Eleştiri deyince hemen antenlerini diker cephesini alır?Eleştiriyi kavgayla, tartışmayla, çatışmayla karıştıranlar var günlük hayatta… Bu kadar masum bir kavram nasıl olmuş da hiç hak etmediği bir konumda bulmuş kendini? Acaba bu gene insanın suçu olmasın? Sanırım gene onun algılamasıyla uygulamasıyla ilgili bir durum.

Bizde eleştiri nasıl yapılır? Eksik arama, açığını bulma, kişiyi hedef alma, rencide etme, yerin dibine batırma, kişilik haklarına saldırma, onuruyla oynama, beğenmeme, dışlama, tepeden bakma, küçük düşürme vb... şeklinde yapılır. Hiç düşünmeden, ön hazırlık yapmadan, ezbere, klişeler kullanarak, ağzına geleni söyleyerek, hatta terbiye sınırlarını aşarak, insanlık çizgisinden  bile çıkacak derece de kendini kaybederek  yapılır. Eleştirilen insan utanır sıkılır, yerin dibine geçmek hatta oracıkta ölmek ister. Bütün bu yapılanlar eleştiri adı altında toplanır hepsi eleştirinin kendine mal edilir.

Şu da temel sorunlardan biridir ki eleştiri hep tek taraflı yapılır, sadece karşıdaki kişi içindir. İnsan eleştiren konumundaysa mangalda kül bırakmaz. Pek sever, bir tadını aldı mı bırakamaz, eleştirdikçe eleştirmek ister, her şeyi, herkesi, herkesin her şeyini… Üretmek yerine üretilene bahane bulmayı, üretilende kusur aramayı bunu da eleştiri saymayı tercih ederler. Buna karşın sanki eleştirilmek konusunda bütün insanların bir dokunulmazlığı vardır. Kimse beni eleştiremez, buna cesaret edemez, kimin ne haddine beni eleştirmek, hangi hakla hangi sıfatla böyle bir şey yapar! Hele bir yapsın! Hele bir denesin! Hatta aklından bile geçirmesin. İşte eleştiriye karşı tutumlarımız. Söylemlerimizden açıkça ortaya çıktığı gibi çirkin ördek yavrusu misali kimse sevmez, kıymetini bilmez bu yavrucağın ama aslında ne kadar güzel bir kuğudur o. Hep yıkıcı olduğumuz, kırmaktan kendimizi alamadığımız, olumsuzlukları gözler önüne serdiğimiz için  insanımız  yangından kaçar gibi kaçıyor eleştiriden. Haksız da sayılmaz böyle bir ortamda… Böyle bir ortam demişken özeleştiri konusuna hiç girmemek daha iyi, o adı bile duyulmamış, hiç tanınmamış, hatta hiç var olmamış kadar zavallı bir kavram...

RÜYALAR

Kiminin her gün defalarca gördüğü, kiminin hiç görmediğini zannettiği ya da görüp de hatırlamadığı rüyalar… Kiminin umursamadığı kiminin manasına bakmadan duramadığı rüyalar… Bazen anımsamadığımız bazen günlerce, aylarca, yıllarca etkisinden çıkamadığız rüyalar… Her on tanesinden dokuzunu sevinç ve müjdeli habere, bolluk berekete, muradımıza ereceğimize yorduğumuz rüyalar… 

Her rüyanın ardından hayırdır inşallah deyip bir anlam veremesek de çoğu zaman, onlar bir şekilde hayatımızı etkiler ve ona yön verir. Bazen tedavi ederler bizi, bazen öğretirler bize, bazen tahminde, kehanetlerde bulunur geçmişe ve geleceğe dair, eğlenceli ve zevklidirler bazen, kafamızı kurcalayan sorulara cevap verirler… 

İnsanın varoluşuyla beraber başlar rüyalar. İnsanoğlu çok eski tarihlerden itibaren rüyaların gizemini çözmeye adamıştır kendini. Dinsel, mistik, bilimsel, teknik bakış açılarıyla açıklamaya çalışmıştır onları. Rüya tabirleri, rüya analizleri, rüya yorumları çıkmıştır ortaya… Kimilerinin mesleği bile olmuş; kimileri adını bu yolla duyurmuştur. Bilinçaltının ortaya çıkması, günlük yaşantı, inançlarımızın şekillendirilmesi, iyileştirici güçler, uyarıcı gibi düşünülmüştür tarihin belli dönemlerinde. Bütün bu çalışmalara, aradan asırlar geçmesine rağmen rüyaların gizemi hala çözülebilmiş değildir.

Bana göre rüyalar bizim başka bir evrende yaşabilmemiz, bu evrene çok kısa bir süreliğine de olsa gidiş geliş yapabilmemizle ilgilidir. Rüyalar evreni bizim yaşadığımız evrenden daha geniş, daha gelişmiş, daha güçlü, daha akıl almaz ve imkansızlıkların olmadığı bir evrendir. Bu evrende yapamadıklarını rüya evreninde yapabilirsiniz. Defalarca ölüp defalarca dirilebilirsiniz. Hiç gidemediğiniz yerlere gidebilirsiniz. Yüzme bilmeseniz de balıktan daha iyi yüzebilirsiniz. Bir kuştan daha güzel uçabilirsiniz. Ölmüş insanlarla konuşabilirsiniz. Hükümeti değiştirebilir, devrimler yapabilirsiniz tek başınıza. Hiç kullanmadığınız bir silahı gayet ustalıkla kullanırsınız. Kahraman olursunuz, prenses olursunuz, aynı anda hem anne hem çocuk olursunuz. Bir türlü giyemediğiniz gelinliği rüyanızda giyersiniz.  Bu dünyada bir kere girme şansınız olan sınavlara, defalarca girebilirsiniz; çok kötü bile yapsanız kazanabilirsiniz. Yaşadığımız evrende zamanı geri getiremezsiniz. Ama rüyalar evreninde böyle bir derdiniz olmaz. Rüyanızda geçmiş de sizin gelecek de. Bin yıl önce bin yıl sonra fark etmez. Kilometreler yok, saat dilimleri yok, kurallar baskılar yok, imkansızlıklar yok… Olmasını istediğiniz her şey var. Bu yüzden uyanmak istemeyiz bazen rüyalardan. Günümüz insanı da rüya evrenine benzetmeye çalışır yaşadığımız evreni elinden geldiğince… Tek derdi rüyalarının gerçek olmasıdır insanın. Ona göre rüya evreninde yaşamak daha cazip sanki. Belki bir yolunu buluruz rüya evrenine istemli olarak, istediğimiz zaman giriş çıkış yapmayı. Belki zamanı geldiğinde kendiliğinden olur ne dersiniz?

KURALLAR NEDEN VARDIR?

Kurallar çiğnemek için değil uymak içindir… 

Ağızlarda sakız olan bir laf vardır: ''kurallar çiğnenmek içindir''. Kurallar sadece sözde vardır özde bunlara kimse uymaz hatta kuralı koyan bile. İnsanlarda bu bakış açısı nasıl var olmuş bilemiyorum fakat bunları duya duya ben de kuralları güçlü olanın sözünün geçtiği, keyfi, güçsüzlere zorla uygulatılan, soğuk, itici, sınırlayıcı, gereksiz dayatmacı uygulamalar olarak görmeye başlamış, kurallardan sıkılmıştım. İnsanlar akıllı mantıklı varlıklar, doğalarında saygı sevgi, hak hukuk,  adalet var, vicdanları var; insanım diyen birinin kurallara ne ihtiyacı var diye düşünürdüm. Taa ki bugün yaşadığım olay aklımı başıma getirene kadar.

Unutamayacağım bir gün:
Bir mağazanın giyinme kabinlerinin olduğu bölümdeyim, günlerden cumartesi ve babalar günü münasebetiyle mağaza tıklım tıklım, iğne atsan yere düşmez. Elbiseleri aldım kabinlerin olduğu kısma geldim. Yedi tane kabin var ve her birinin önünde en az 3-4 kişi bekliyor ben de sıraya girdim tam ortadayım. Benden önce gelenlerin içeri girmesini bekliyorum, sıra bana gelene kadar. Buraya kadar her şey çok normal görünüyor ama bir şeylerin ters gittiğini hissediyorum. Aradan baya bir süre geçmesine rağmen sıra bir türlü bana gelmiyor. Önümdeki sıra bir türlü eksilmiyor. Bu nasıl oluyordu? Bir de ne göreyim gelen önüme geçiyor, kapının tam önüne ve biri çıktığında hemen içeri giriyor. O çıkınca diğeri giriyor, insanlar önüne arkasına bakmadan insanları ezme, çarpma, düşürme pahasına bir hışımla aceleyle ve hırsla giriyor çıkıyor hatta aynı kişi defalarca giriyor çıkıyor sırada bekleyen var mı yok mu acaba içeri girmek benim hakkım mı diye hiç düşünmüyor. Bekleyen garibanlar da mümkün değil içeri giremiyor. Gariban diyorum çünkü kendimi gerçekten gariban gibi hissediyorum. Gariban, ezilen, güçsüz, hakkı yenen… Benden sonra geldiğini adım gibi bildiğim bir bayan bakalım ne yapacak diye bekledim. Kapıya yöneldim girmek için ama kadın bir sıçrayışta içeri girdi ve ben bu durumda bir şey yapma ihtiyacı duydum. Haksızlık yapmaktan daha kötü bir şey yapıyordum haksızlığa göz yumarak, üstelik kendime haksızlık yapılmasına göz yumuyordum. Gayet kibar bir dille;
-hanım efendi benim sıramdı, ben sizden önce gelmiştim ve baya uzun bir süredir bekliyorum dedim. 
Kadın sanki hakaret etmişim gibi suratıma kapıyı öyle şiddetli çarptı ki hani koca bir tokat yesem ancak öyle etki yapardı. Üstüne bir de bağırmaz mı önce davransaydın o zaman! Ben artık sinirlenmiştim ve 
-bu mudur? dedim. Sıra kavramından anladığımız bu mu yani? Sanki anlayacaklarmış gibi açıkladım bağıra bağıra. Ortak bir kullanım alanı varsa insanlar sıraya birbirinin hakkını yememek için girer. Hakkı kullanacak olan da sonradan gelip sıranın önüne geçen değil, önce gelip sıranın önünde bekleyendir dedim. Bunları açıklarken bir kabin daha boşaldı ve tam içeri giriyordum ki gene benden baya sonra gelen bir kadın sıraya yeni giren bir kadını kolundan tutup içeri atıverdi ben sıramı ona veriyorum diye. Belli ki yakınıydı. Hem sıra onun değildi hem de onca insanın önüne birini geçiriyordu ve bunu gayet rahatlıkla yapıyordu çünkü kimse tepki göstermiyordu. Ben artık bağırmaya başladım sıra ne için vardır? Yaptığınız doğru bir şey mi? Hiç mi utanmıyorsunuz… Kadın sen de açıkgöz ol azcık demesin mi? Dünya sizin gibi açıkgözler yüzünden bu halde geldi dedim. Ben kendi kendime konuşuyordum tabi kadın yapacağını yapmış, söyleyeceğini söylemiş,  çoktan gitmişti…

Her ne kadar insanlar uymamayı tercih etse de, onları çiğnemek insanlara daha zevkli gelse de kurallar toplumsal hayatın olmazsa olmazı. Yaşadığım bu olaydan sonra anladım ki kurallar olmalı ve onlara uyulmalı. Kurallar güçsüzleri korumak, düzeni sağlamak, doğru ve nitelikli ilişkiler kurmak, huzur ve mutluluğu sağlamak için çok ama çok gerekli. Örf ve adet kuralları, ahlak kuralları, din kuralları ve hepsinden önemlisi hukuk kuralları iyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Siz olmasaydınız benim gibiler nasıl hayatta kalabilirdi… Şunu da anladım ki yaptırımı olmasa kimse emniyet kemeri takmaz, işine vaktinde gitmez (hatta işine gitmez), sevmediğini yaşatmaz, kimsenin malı mülkü olmaz, karnı doymazdı. Sokaklar çöpten geçilmez sifon bile çekilmezdi. İnsan iğrençleşmeye öyle meyilli bir varlık ki ne kadar alçalabileceği tahmin bile edilemez…

HAYAT KİMİNDİR ?

BENCE HAYAT,
-Benim diyebilenlerindir

-Risk alabilenlerindir

-Ölümden korkmayacak doğrulukta bir hayat yaşayabilenlerindir

-Her yıkıldığında tekrar ayağa kalkabilenlerindir

-Sevmeyi bilenlerindir

-Hayata yön verebilenlerindir

-Hayata geliş amacını bulabilenlerindir

-Hayata karşı duruşu olanlarındır

-Hayatın gizemlerini keşfedebilenlerindir

-Yaşayacak bir şeyleri olanlarındır

-Bakmayı ve görmeyi becerebilenlerindir

-Hayatı idrak edebilenlerindir

-Ölüme rağmen yaşamayı tercih edenlerindir

-Hayat her şeye rağmen güzel diyebilenlerindir

-Hayata rağmen hayattan vaz geçmeyenlerindir

-Hayatını hayata adayanlarındır

-Yaşayan ölülerin içinde ölen dirilerindir

-Hayatı varlığıyla anlamlandıran, yokluğuyla anlamsızlaştırabilenlerindir

-Hayata veda ettiğinde arkasında kalabalıklar bırakabilenlerindir

-Gittiğinde yeri doldurulamayanlarındır

-Büyüklerin kadar küçüklerindir

-Hayatın önemini anlayabilenlerindir

-Hayattaki küçük ayrıntıları görebilenlerindir

-Kendini yaşadığı hayattan daha değerli hissedebilenlerindir

-Hayata aldırmayanlarındır

-Hayata gülebilenlerindir

-Bir gün biteceğini bilerek ona bağlananlarındır

-Hayattan şüphe duymayanlarındır

-Yaşamaktan korkmayanlarındır

-Eğilebilen ama boyun eğmeyenlerindir

-Gözü açıkların değil gözü görenlerindir

-Hayattan bıkmayanlarındır

-Yağmurda dans edebilenlerindir

-Kendi şarkısını söyleyebilenlerindir

-Hayatın resmini çizebilenlerindir

-Hayatı sorgulayanlarındır

-Aklını kullananlarındır

-Hayatı hak edenlerindir

-Hayat için bir şeyler ortaya koyanlarındır

-Hayat uğruna emek harcayanlarındır

-Elindekilerle yetinebilenlerindir

-Umut sahiplerinindir

-Pes etmeyenlerindir

-Ezenlerden çok ezilenlerindir

-Susanlardan çok çığlık atabilenlerindir

-Paranın satın alamadıklarıysa hayat; parayla satın alınamayanlarındır…

Hepsinden önemlisi HAYAT, HAYATA GÖZLERİNİ AÇAN HER CANLININDIR.

Kısaca hayat onu isteyen herkesindir…


Bana göre hayat insanın doğumundan itibaren başladığı düşünülse de anne baba evinden ayrılıp kendi ayakları üzerinde durmayı becerebildiği zaman başlıyor. Kendi ayakları üzerinde 12 aylıkken durmaya başlar bütün insanlar diyeceksiniz ama kastettiğim bu değil. Kendi ayakları üzerinde durabilmek: kimseye muhtaç olmadan, kimsenin yardımı olmaksızın yaşamını sürdürebilmekle ilgili. Kendi parasını kazanamaya başladığı, kendi sorumluluğunu üzerine aldığı gün başlar hayat. Daha önce yaşadıkları hayata hazırlıktır bir nevi. Anne baba evinde ekmek elden su gölden yaşayan hayatın hiçbir zorluğunu bilmeyen bir kişi gerçekten yaşıyor sayılmaz. Hayatın içinde var olmak hayat için bir şeyler üretmek hayata katkıda bulunmakla olur. Gerçek hayat toz pembe değildir, zorluklarla çetin savaşlarla doludur, acımasızdır. Silmeye çalışır insanı, önüne türlü türlü meşakkatler getirir. Bütün bunlara rağmen kişi ayakta durabilmeyi başarabilirse işte o zaman hayatta demektir. Sadece nefes alıp vermek değildir hayat.


Öyle insanlar biliyorum ki ismen hayatın içinde ama fiilen hiç hayatın içinde olmamış. Dün anne babası bakmış, bugün eşi bakıyor, yarın çocukları bakar ya da en kötü ihtimalle devlet sahip çıkar. Bir şekilde bakılır bu insanlara. İlk bakışta hepsi hayatın içinde gibi görülür, yerler, içerler, konuşurlar, gelirler giderler… bir sürü faaliyet yapalar ama yapılanların hayata katkısı nedir? Ne verebilir bu insanlar hayata? Hayat bu insanlara ne verebilir? Düşünülmesi gereken nokta budur. İnsan oturup düşünmeli ben hayatta mıyım diye. Söylenenlerden incinmeli, alınmalı biraz. Sürekli oturarak hiç bir şey yapmayarak insan hayatın içinde var olamaz.  İnsan şimdi kalkmalı ayağa daha sonrayı beklememeli. Şimdi yapmalı ne yapacaksa. Mesela yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmeli. Bir çocuğu sevindirmeli. Hasta birini ziyaret etmeli. Kendini eğitmeli, hayatla iç içe olmalı. İstenirse yapılacak bir şeyler mutlaka bulunur, bulunmalıdır da...



SEVİLME İHTİYACI

İnsanlar karşılarındaki tarafından sevilmek istedikleri için severler, sevilmeyi umursamadan seven insan yoktur… 

Neden hep kendimizce güzel, hoş çekici, sevimli olanı ararız sevmek için? Çünkü çirkin sevimsiz kaba soğuk biri tarafından sevilmeyi kendimize yediremeyiz kendimizi öyle biri tarafından sevilmeye layık görmeyiz. Fiziksel olarak gösterişsiz, hiçbir cazibesi olmayan, oturmasını kalkmasını bilmeyen yanımıza yakıştıramadığımız, konuşmaktan hoşlanmadığımız biriyle olmak istemeyiz. Kim bir sümsük tarafından sevilmek ister ki? Sümsük biri tarafından sevilmek bizi iğrendirir  midemizi bulandırır, sonra sinirlenmeye, sümsükten nefret etmeye başlarız ne cüretle böyle bir şey yapar, beni sevmeye nasıl cesaret edebilir diye. Sümsüğün sümsüklüğüne aldırmadan, sadece insan olduğu için, içinde bir kalp taşıdığı için, bizi sevdiği için, karşılık beklemeden, maddi manevi çıkar ummadan sümsüğü sevebilir miyiz? Tabiî ki hayır, ama sümsüğün babası zenginse, malı mülkü varsa, kariyer sahibiyse, belki bir nebze sevebiliriz ya da büyük bir çoğunluk seviyor gibi yapar. Garibim sümsük de bilir bilmesine sevilmediğini ama en azından sevdiği yanında olduğu için avutur kendini. Kimin bizi sevmesini istiyorsak onu severiz…

SANA ÖMRÜMÜ VERDİM

Vermeseydin!

İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, nankörün önde gidenidir. Ömür sana verilmiş, neden başkasına veriyorsun ki senin olan şeyi? Birine ömrünü vereceğine, biriyle ömrünü paylaş...

Sanırım sosyal öğrenmelerimiz neden oluyor bu yanlışı yapmamıza. Alışmışız bir kere ömrümüzü vermeye, başkasının hayatını yaşamaya, kendimiz olmamaya… Hiç düşünmeyiz fedakarlık yaparken, kendimizi ateşe atarken, özellikle de sevdiklerimiz uğruna canımızı verirken. Matematiğimiz de kıttır bu noktada: Hiç hesaplayamayız bir gün o fedakarlık yaptıklarımızın bize nankörlükle karşılık verebileceğini, hatta hesap sorabileceğini. Fedakarlığımızın ölçüsü de yoktur bizim. Her koşulda, her şekilde, her defasında, her zaman yaparız fedakarlığımızı gözümüzü kırpmadan. Bilmeyiz hayatın bize verildiğini, dilediğimiz gibi harcayabileceğimizi, paylaşılabileceğini… Etrafımız hayatını yaşayanlarla değil feda edenlerle dolu olduğundan, ömrünü tüketen, ömrünü çürüten, ömrünü verenleri gördükçe dinledikçe biz de ömür paylaşmayı yanlış bir şey zannederiz. Ömür paylaşımı konusunda hiçbir fikri bile olmayan insanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur…

ZAMAN

Zamanı durdurmak mümkün olsaydı, nasıl olurdu?

Beş saatlik yola bile uçakla gidiyoruz, havaalanına yetişmeye çalışırken telefonla iş bağlıyoruz, uçağı beklerken kahvaltı yapıyoruz ayaküstü, yolculuk sırasında laptopumuzdan işlerimizi organize ediyoruz aman bir aksilik çıkmasın diye en ince ayrıntısına kadar planlıyoruz yapacaklarımızı, zamandan kazanmak için her şeyin makinesini kullanıyoruz… Buna rağmen zaman yetiremiyoruz hiçbir şeye… Hızlandıkça ne kadar yavaş olduğumuzu anlıyoruz her geçen gün. Işık hızına ulaşmanın yollarını arıyoruz. Sanki o zaman çözülecekmiş gibi bütün problemler.

Biz mi yavaşız? Zaman mı hızlı? Eskiden nasıl yetişiyordu her şey? 24 saat nasıl yetiyordu bize? İdareli mi kullanıyorduk zamanı? Şimdi çok mu hor kullanıyoruz? Eskiden zaman daha mı yavaş ilerliyordu yoksa biz hızlandıkça zaman da mı hızlandı? Her zaman aklımıza gelen sorulardır bunlar…

Cevap: Bence eskiden yetişmemiz(yetiştirmemiz) gereken çok şey yoktu. Daha az yoruluyorduk. Bunca gelişmişliğe hayatımızı kolaylaştıran şeye rağmen artık daha fazla yoruluyoruz bunun da en büyük sebebi küreselleşen dünyanın üzerimize yüklediği, yapmak zorunda bıraktığı ödevlerdir… 

Tüketim toplumu olmanın cılkını çıkardığımız için belki de zamanı da alet ediyoruzdur bu kendini bilmezliğe. Zamanı da tüketiyoruzdur hiç acımadan, gözünün yaşına bakmadan. Sonra da bu durumdan önce biz rahatsız oluyoruz, biz şikayet ediyoruz… Zamanı bu hale getiren biz değil miyiz? Zamanın içine bu kadar şeyi dolduran, doldurmak isteyen, sığdırmaya çalışan, sıkış tepiş hayatlar yaşayan, yaşadığını anlamayan, yaşamından zevk almayan, sonra da suçu zamana atan biz değil miyiz? 

Ey insan, bak sen akıllı mantıklı bir varlıksın; dur şöyle bir nefes al. Otur düşün. Zamanı durdurmanın yollarını arama? Ütopik şeylerle uğraşma. Yapabileceğini yap. Bir şeyden de geri kalıver, bırak yetişmesin biraz geç bitsin bazı şeyler, senden daha mı değerli yaptıkların yapacakların? İşte yaptığımız bu! Her zaman olduğu gibi başka şeylere daha fazla önem veriyoruz ve kendimizi unutuyoruz. El aleme kendimizi ispatlayacağız diye, el aleme hava atacağız diye, el alem ne der diye… el alem için çalışa çalışa geldik bu duruma. Kendimiz için bir şeyler yapmak istiyorsak zamana fazla takılmayalım derim. Kendimizi de tüketmeyelim, zamanı da tüketmeyelim…

SONSUZLUK

İnsana göre evren sonsuzlukla kuşatılmıştır, bizim sonsuz zannettiğimiz şey, başka bir varlığa göre çok küçük bir aralıktan ibaret olabilir. Bir göl karıncanın sonsuzu olabilir, bir okyanus balığın sonsuzu olabilir... Sonsuz olarak algıladığımız evrenin sonlu olmadığı ne malum? 

Matematikçiler sonsuzu bir sayı doğrusunda gösterirler,sonsuzun bir tarafı sıfırın soluna doğru gider,diğer tarafı sağına doğru gider. Sağa da gitsen sola da gitsen bir yere ulaşamazsın ulaşamama durumu da sonsuzlukla ifade edilir. Sürekli artan veya sürekli azalan anlamında bir terimdir. Fizikçiler sonsuzu başı ve sonu olmayan evrenin de içinde yer aldığı büyük boşluk olarak tanımlarlar. Saatte 100 km hızla ilerlemeye başlarsak sürekli aynı yöne hareket ederek bir son noktaya ulaşabilir miyiz diye sorarlar. Bu soruya hayır ulaşamayız diye cevap verirler, işte bu sonsuzluktur derler. Bununla ilgili deneyler yapmışlardır ama kesin ve net bir sonuca ulaşamamışlar. Fizikçiler evren sonlu da olsa sonsuz da olsa bir başlangıcı var der. En azından bu başlangıcın nasıl olduğunu açıklamak için bigbang modelini geliştirdiler. Evrenin evrimini açıklamaya çalışırken evrenin yaradılışını gözler önüne serdiler... Fizikçilere göre evren sürekli hareket halindedir, sürekli gelişir genişler bu hareket ve genişlemeyi sonsuz olarak nitelendirirler.

Aslında insanlar sonunu göremedikleri için uydurmuştur bu kavramı. Senin sona ulaşamıyor olman, sonunu göremiyor olman onun sonsuz olduğu anlamına gelmez sen göremiyor ulaşamıyor anlayamıyor olabilirsin; ama ya evrenin sonunu gören, hatta sonunda bekleyen, sona ulaşmış biri varsa?

Bir de şu açıdan bakalım bilim teknoloji o kadar ileri boyutta ki sadece çok küçük bir kesit ele alıp bu kesitte meydana gelen olaylar gözlemlenip yorumlanabiliyor. İnsan derisinden başlayıp derinin katmanları, alt katmanlarda görev yapan elemanlar… Damarlar, damarların içinde dolaşan madde, o maddenin de içindeki maddeler… Onu meydana getiren yapı taşları, bunlardan en küçüğü hücreye kadar hatta hücrenin de içinde bulunan her türlü madde… Maddenin de yapı taşı atom, atom altı parçacıklara kadar incelenmiş, pek çok bilgi elde edilmiş, keşfedilmiş… Görevleri işlevleri açıklanmış Bunların işlevlerini kusursuz bir şekilde yerine getirdiği hepsinin işleri konusunda bir uzman olduğu, işlerini hiç aksatmadan yerine getirdiği ortaya çıkarılmıştır. 

Bütün bu bilgilerden sonra insanın aklına şu soru geliyor acaba biz de başka bir makro evrenin mikro parçacıkları olamaz mıyız? Evrende yapılması gereken bir takım görevleri yerine getiren alt parçacıklar olabilir miyiz? Belki damarlarımızda gezen bir mikrop kadar küçüğüzdür. Belki sadece bize emredileni yapıyoruzdur, komutlar doğrultusunda yaşıyoruzdur. Bize yüklenen bilgiden öteye geçemiyoruzdur. Yaptıklarımız yapabileceklerimiz sınırlıdır, bize ne görev biçildiyse onları yapıyoruzdur. Öyle değil mi? Ben şu anda doktorluk yapmak istiyorum desem yapabilir miyim? A.B.D. başkanı olmak istesem? Avrupa insan hakları mahkemesinde yargıçlık yapmak istesem. Hitler olabilir miyim şu anda? Gelecekte dünyanın hakimi ben olacağım desem? Hepsi çok saçma istekler değil mi? Olmaz olamaz! Çünkü bana verilen komutlar belli. Doğduğum günden beri ben bu komutlara uyarak ilerliyorum. Hepimiz böyle yapıyoruz, doktor, yargıç olacak kişi belli. Hitler olacak kişi belli. Dünyanın hakimi belli… biz sadece komutlara uyan makro evrenin mikro parçacıklarıyız.

ON YIL ÖNCE ON YIL SONRA

2000 Yılının başlarında yazdığım bir yazıyı hiç değiştirmeden aktaracağım sizlere bakalım nasıl değişmiş düşüncelerim, on yılda neler olmuş gelin hep birlikte görelim konu: ÇALIŞMAK

ON YIL ÖNCE

İnsan yaşamak, başarmak istiyorsa çalışmaya mecburdur. Çalışmak, alın teri, helal kazanç, emek, sabır terimleri her ne kadar bugünkü toplumumuzda popüler olmasa da bir şeyleri elde etmek için çalışmak gerekir. Kazanmak için ayağımıza fırsatların gelmesi beklenmemelidir, insan kendi fırsatlarını kendi yaratmalıdır. Günümüz insanının en büyük hayali, çalışmadan bol para kazanmak; iyi bir yaşam standardına ulaşmaktır. Genci yaşlısı, erkeği kadını lotodan, totodan, bahis oyunlarından gelecek paranın özlemi içerisindedir. Artık çocuklarının geleceği için okuyup adam olmaları, bilgi beceri sahibi olmaları önemli değildir, onlar için popçu ya da topçu olmaları daha hayırlıdır. Çocuklarına küçük yaşlardan itibaren pop ve top sevgisi aşılamaktadırlar.

Haydan gelen huya gider bu aşikardır. Eline geçen parayı ne yapacağını, nasıl değerlendireceğini bilmeyen, doğru yatırımlara yönlendiremeyen insan onu çabucak yitirecektir ve sonunda büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaktır.

İnsan birden zirveye çıkarsa, oradan düşmesi de çabuk olur oysa o mertebeye basamak basamak çıktıysa zirveyi emek harcayarak, kendi gayretiyle, çalışarak elde ettiyse oradan onu kolay kolay düşüremezsiniz. Bu hayatın her alanında böyledir.Başarmak için çalışmak şarttır bu böyle bilinmelidir. Ben hiç çalışmadım en tepedeyim, diyorsanız o zaman sizin yerinize birileri çalışmıştır mesela babanız ya da dedeniz...

Dünyanın önde gelen bütün isimleri birden yükselmemiştir; küçük atölyelerle, dükkanlarla başlamıştır ilk başta. Yeryüzünde bir sürü örneği vardır sıfırdan başlayıp büyük şirketlere, holdinglere sahip olan insanların. Hepsinin hayat hikayesini incelesek ne zorluklar ne emekler ne çileler görürüz; ama başarmışlardır bir şekilde. İnsanın çalışmakla elde edemeyeceği hiçbir şey yoktur, yeter ki biraz azim ve heves olsun. Neden biz de bir dünya devi olmayalım?

ON YIL SONRA

Sene 2010 aradan tam on yıl geçmiş bu yazdıklarımın üzerinden. Gelin beraber irdeleyelim. İlk dikkatimi çeken inancımın büyüklüğü oldu. Dünya devi olmak, insanın isteyip de başaramayacağı bir şey olmadığını düşünmek, çalışmaya olan inancım ve güvenim ne kadar sarsılmaz ve güçlü görünüyor. Sanki önüme dünyayı koysalar dümdüz edecek kadar güçlüyüm. Henüz hiç bir şey yaşamamış olmama veriyorum. Hayat insanı nasıl değiştirir, düşünceler nasıl değişir, değişmek zorunda kalır bir bir görelim. On yıl daha tecrübeli olduğum halde kendimi on yıl öncesine göre  daha inançsız, azim çalışma başarı heves açısından daha zayıf hissediyorum. Gelecekten daha az beklentim var. Neden mi?

Sen çalışırsın, geceni gündüzüne katarsın, yemezsin içmezsin, kendini heder edersin o uğurda; iş ucuna gel di mi önüne geçiverir senden daha az çalışan hatta hiç çalışmayan biri. Nasıl mı? Babası dayısı çalışır onun yerine, neyse istediği zahmetsizce alıverirler hanım kızımıza ya da bey oğlumuza.

Sen çalışırsın çabalarsın her türlü yeterliliği sağlarsın artık tamam dersin kesin benimdir başarı, o da ne! Kendi adamlarına vermişler başarıyı; dün gece senin haberin olmadan… Gizlice, el altından, kimsenin ruhu duymadan, kimselere duyurmadan… Sen uyumuşsun onlar uyumamış. Uyumamış bir şeyler yapmış gece gece, belki bir masada, belki bir odada, belki de sokakta ayak üstü vermişler başkasına senin hakkın olanı.

Sen çalışırsın didinirsin  üç  tane üniversite bitirirsin, dört tane dil bilirsin, ne paralar dökersin kendini eğitmek geliştirmek için; sertifikalar, belgeler, sınavlar peşinde koşarsın; yaşın kemale erer bu arada. İstediğin kadar kendine katma değer kat; bir beyinsiz süslü kız kadar hatırın olmaz başarı için adamların gözünde. Adam dediğime bakma başka türlü hitap etmem mümkün değil toplum içinde bu bilmem nelere…

Başarmak için çalışmak şarttır demişim, bakın şimdi ne diyorum:

Başarmak için, dayın olması şarttır ama dayının annenin kardeşi olması şart değildir. Başarmak için süslenmek, yalakalık, her türlü hile, yalan dolan, ahlaksızlık, rüşvet…bunlardan en masumu şans, şarttır ama çalışmak şart değildir. Adamın varsa çalışmak gerekli bile değildir. Nasıl bu kadar değiştim ben? Yaşaya yaşaya değiştim. Başkasının başına gelen olaylar değil kendi yaşadıklarım değiştirdi beni.

İsmi lazım değil bir ilin il özel idaresi iş kurdaki kaydımdan bana ulaşmış sizinle ilgili bir iş ilanımız bulunmakta şu gün şu saatte, şu pozisyon için mülakatınız var diye bir tebligat göndermişler. Benimle birlikte kırk beş kişi çağırmışlar. Ben de bir gün önceden mülakat yerini, saatini, detayları öğrenmek için ismi lazım değil ilin il özel idaresine gittim beni yetkiliyle görüştürdüler. Yetkili kuru bir selamdan sonra direkt olarak boşuna gelmişsiniz, bizim alacağımız adamlar belli biz onları kadroya geçirmek için ilan verdik dedi. Ben de beni niye çağırdınız o zaman dedim. Her şeyi kuralına uydurmak için böyle yapmaları gerektiğini söyledi. Ben de öyle şey olur mu madem bir mülakat var herkes eşit şartlarda mülakat edilmeli dedim. Beni de kendi adamlarınızı da mülakat yapmanız lazım dedim. Öyleyse bilmem kim hanım mülakat yapsın size dedi. Bu konuda diretmem doğruyu uygulatmaya çalışmam da yersizdi tabi minareyi çalan adamlar bal gibi kılıflarını da hazırlamışlardı. Mülakat günü geldiğinde gittim, sırf bu işler nasıl dönüyor öğrenmek için. Ben biliyordum ama oraya toplanmış kırk dört kişinin hiç biri olup bitenlerden haberli değildi. Gelenlerin çoğu işsizdi, bir kısmı da özel sektörde öldüm pahasına çalışıyordu. Kimi heyecanlıydı, ya olursa; bunca yıl sonra sürekli çalışabilecekleri, kadrolu bir işleri olacaktı. Kimi gergindi korkuyordu, kimi ümitsizdi, kimi meraklıydı acaba ne soruyorlardı içeride... Oraya gelen herkesin bir beklentisi vardı az da olda. Kırk iki kişi 3-5-7 dakika arayla içeri girip çıktı. Fakat bir ara üç kişi aynı anda içeri girdi ve bir dakika içerde kaldı. Arkasından hepsi aynı anda çıktı. Işık hızında mülakat bu olsa gerek. Ya da kendi elemanları oldukları için zaten tanıyorlardı mülakata gerek yoktu. Hem bütün bu oyun onlar için düzenlenmemiş miydi? Böyle olması da çok normaldi. Bu kişilerin isimlerini aldım görevlilerin yetkililerin hepsinin… Amacım şikayet etmekti ne demek insanların umutlarıyla, gelecekleriyle oynamak? Hiç birimiz davetiye göndermedik onlara bizi mülakata alın diye. Kimi işini bırakmıştı, kimi çocuğunu, yağmurda çamurda kimi hasta yatağından kalkıp gelmişti. Reva mıydı bu yapılanlar? Eşim ailem hep bir olup karşı çıktılar şikayet etmeme. Kimi kime şikayet edeceksin bu adamlar yıllardır aynı usulle çalışıyor, senin gibi kim bilir kimler kaç defa şikayet etmiştir onları, kafanı ağrıtma, başına iş açma, ilerde şöyle olur böyle olur; zararı sana olur deyip vazgeçirdiler beni. İşte o gün öğrendim öğrenilmiş çaresizliğin ne demek olduğunu, böyle böyle öğreniyorduk çaresizliği. Bunun gibi birkaç olay daha geldi başıma, ismi lazım değil üniversiteye araştırma görevlisi alımı sırasında. Neyse zaten tahmin etmişsinizdir, uzatmaya gerek yok...
Ben böyle 180 derece değişirken toplum nasıl değişti inceleyecek olursak, onlar bana oranla daha büyük bir değişim gösterdi, benim tam iki katım(360 derece)  kadar değişti toplumun düşünceleri. Hala çalışmadan para kazanmanın, başkasının hakkını yemek pahasına hak etmediği yerlere gelmenin, çocuklarını kolay yoldan ilerletmenin, piyangodan çıkacak paranın, emeksiz yemenin derdindeler… eskiden inanmazdım torpil hikayelerine başarısız insanların mantığa bürümeleri, başarısızlıklarını gölgeleme çabaları diye düşünürdüm. meğer öyle değilmiş, adım attığın yer torpil olmuş. yakında adım bile atamayacağız torpil olmadan. Hatta adım atacak olsan torpilin var mı diye soracaklar ama bunların hepsi insanımızın düşkünlüğünden oluyor hep. Dairede oturacak bir sandalye için, daha yeni bir masa için milletvekili arayan, atandığı yerde göreve başlamadan tayin yaptıran, hasta olmadan rapor alan sonra da tatile giden, akşama kadar çay kahve içerek mesai dolduran zihniyetler iş başı yaptığı sürece biz daha çok çekeriz bu torpil belasından… 
DÜN BUGÜN YARIN
Dün çabuk geçer, bugün geçmek bilmez, yarın hiç gelmeyecek gibidir.  Geçmişi ne kadar dolu dolu yaşasan da, nice acılar çeksen, mutluluk sarhoşu olsan, engeller aşsan, zorluklarla uğraşsan… ne kadar didinmiş olursan ol o artık bitmiştir, geçip gitmiştir. İki ay öncesi de, yirmi yıl öncesi de geride kalmıştır. Ne bitmez bir yıldı, ne geçmez bir aydı demezsiniz artık, sanki zaman göz açıp kapayıncaya kadar yitip gitmiştir; o yüzden dün kısadır hep.

Bugüne gelecek olursak tam bir çıkmazdır bugün. Bir kısmı düne bir kısmı yarına eklenir bugünün. Anlayamazsın neler olup bittiğini. Kah beklersin kah çalışırsın kah dinlenirsin yorulursun, kızarsın, seversin, bugünde yaşarsın hayatı. Nasıl yaşarsan yaşa, uzundur bugün. Yatıp uyusan da, market market dolaşsan da, iş görüşmeleri, yazışmalar yapsan da, hızlı da olsan yavaş da olsan; bugün kolay kolay bitmez. Bittiğinde zaten bugün olmaz, yarın olur.


Bugünü yaşarken yarını pek düşünemeyiz, ne kadar düşünürsek düşünelim yarının ne getireceğini önceden kestiremeyiz. Yarın çok uzak gibidir, hiç gelmeyecek gibidir, yarın gizemlerle doludur. Yarında kesinlik yoktur, belki vardır. Yarın belirsizdir, kaypaktır sözünün eri değildir. Hiç gelmeyebilir, seni yüzüstü bırakabilir, yarına güvenilmez. Onun için bugünden hazırlık yaparsın, dün de katkı da bulunur bu hazırlığa. Sen ne kadar özen gösterirsen göster yarın beğenmeyebilir hazırlığını. Seni ters köşe edebilir, çok acımasız olabilir. Seni çok fena cezalandırabilir, hiç ummadığın bir muameleyle karşılaşabilirsin yarın. 


Bu demek değildir ki yarın öcüdür, kötüdür. Geleni çiviler, gördüğünü asar keser, geldiğinde terör estirir… Yarında saklıdır bütün umutlar. Yarın müjde yüklüdür, ideallerin hayallerin rüyaların gerçek olacağı gündür. Yarın mutluluğa gebe bugünün doğum günüdür. Güneş yarın doğar, sabah yarın olur, gün yeniden yarın başlar. Yarın biter acılar, yarın gelir sevinçler. Yeni heyecanlar, yeni coşkular, yeni sevgiler... Yenilenmenin, tazelenmenin günüdür yarın…



MUTLU OLMANIN SIRRI

Mutlu olmak istiyorsan ya karşı tarafı sev ya da karşı tarafa kendini sevdir… 

Bu noktada gelin kaynana ilişkisini düşünelim, beraber yaşamak zorunda olan gelin kaynanaların geneli mutsuzdur.(Aslında hepsi mutsuzdur diyeceğim bu kadar da iddialıyım ama koca dünyada belki benim bilmediğim bir yerlerde mutlu gelin kaynanaların olma ihtimaline karşı geneli mutsuzdur diyorum). İkisi de birbirine tahammül edemez. Bu bazen nefret boyutuna kadar gider. Aslında bu konu incelenmesi gereken bir vakadır çok yönlü düşünülmesi gereken bir durumdur fakat ben sadece sevmek ve kendini sevdirmek boyutunu ele alacağım yüzeysel olarak.

Ailende huzuru sağlamak, mutluluğu yakalamak istiyorsan ya kaynananı seveceksin ya da kaynanana kendini sevdireceksin. Bunlardan zor olanı kaynanaya kendini sevdirmektir; ama bir başarırsan büyük bir zafer kazanmış sayılırsın. Üçüncü dünya savaşının galibi sen olmuşsundur. Artık kendin olabilirsin. Şöyle dersem ne düşünür; böyle davranırsam ne der? Gene ne bahane bulacak? Soru işaretleri, yapacaklarını önceden hesaplama kaygıları sona erer. Bunu başarmak çok zordur. Kaynanaya göre onun en değerlisini elinden almış hatta çalmışsındır. Onun en değerlisine asla kaynanan gibi bakamazsın. Onun en değerlisinin, en değerlisi olman, dünyadaki en sevdiği kişi olman kaynanayı deli eder. Hırsından göremez en değerlisine kendinden daha güzel baktığını ve kendinden daha fazla değer verdiğini. Kendini sevdirmeye çalışma! Kaynanadaki bu hırs varken ancak çabaladığınla kalırsın, olan sana olur, yıpranırsın. Ne kadar marifetli olursan ol yaptığın hiçbir yemek onunki kadar lezzetli olmaz. Ne kadar temiz olursan ol yıkadığın bulaşıklar ve çamaşırlar hep lekeli, evin tozlu olacaktır. Ne kadar okumuş olursan ol kaynanan kadar güzel çocuk bakamazsın, misafir ağırlayamazsın, ev idare edemezsin. Onun mükemmelliğinde iş çıkaramazsın. Dünyaya beğendirirsin kendini ama kaynanana beğendiremezsin.  Sen sadece onu sevmeye çalış böylece yaptıkları, söyledikleri sana batmaz; nazını daha rahat çekersin. Ufak tefek kusurlarını görmeyiver. İleri geri konuşmalarını duymayıver. Her şeye müdahale etmesine aldırmayıver… Yaşlı kadın de geç. Tamam deyiver, alttan alıver. Bilgili görgülü eğitimli bir insansın bu kadarını eminim yapabilirsin. Hemen cephe alma, ateşe ateşle karşılık verme. Savun kendini ama saldırma, ezmeye çalışma.  Hem en sevdiğin insanı beslemiş büyütmüş senin için yetiştirmiş. Sanırım biraz da vefa borçlusun ona. Birazcık sevgini hak etmiyor mu sence gelin hanım? Sevmeye çalış, inan bu diğerinden çok daha kolay…

KUTUPLAŞMA SORUNU

Her türlü kutuplaşmaya karşı, kutupsuzum… 

Pilin iki kutbu vardır artı ve eksi, bu kutuplaşmadan elektrik akımı oluşur. Mıknatısın iki kutbu vardır ve bu kutuplaşmadan manyetik alan oluşur. Elementlerin kutuplaşmasından bileşikler oluşur. Dünyanın da iki kutbu vardır kuzey ve güney olmak üzere… İnsanın kaç kutbu vardır düşünecek olursak ne bir ne iki, saymakla bitmez. İnsanda kutuplaşma düşünce, görüş, sosyal ve siyasal konum ve tavır olarak iki karşıt grupta yoğunlaşmak şeklinde tanımlanır. Fakat durum zannedildiği ya da tanımlandığı kadar basit bir mesele değildir.

Dini çerçevede önce inanan inanmayan diye kutuplaşmışlar. Sonra inananlar hak ve batıl olarak kutuplaşmış. Hak olanlar kendi arasında dörde ayrılmış. Bu dördün içinde, yeniden üçe dörde bölünmeler olmuş. Farklı mezhepler ortaya çıkmış. Mezhepler kendi içinde bölünmelere uğramış, mezheplerin içinde sayısız tarikat ve cemaatler oluşmuş, tarikatlar cemaatler bile kollara ayrılmış. Bu kadar ayrılmanın uç noktalara çekilmenin yanında mutluluk, huzur düzen sağlanabilmiş mi? Maalesef cevap hayır. Ayrıla ayrıla en küçük birime kadar indiğimizde ne görmeyi beklerdiniz? Bir bakalım. İnsan aynı insan. İnanan insan. Aynı dinden, aynı mezhepten, aynı tarikattan, aynı cemaatten. Sadece bir tek görüşü bulunduğu topluluktan farklı. Topluluk bu insana ne yapar? Anında sen bizden değilsin, sapkınsın, sapmışsın, saptırılmışsın, artık aramızda yerin yok der. Ya düşünceni değiştir, bizimle aynı görüşü paylaş ya da çık git aramızdan diyerek onu aralarından uzaklaştırır, ötekileştirir. Konuşmazlar, konuşturmazlar, evine gelmezler, gitmezler aman belki hastalığı bulaşır düşüncesiyle. Kendileri sürekli hastalıklarını bulaştırmaya çalıştıkları için seni de hastalık bulaştıracak korkusuyla uzaklarında tutarlar mümkünse.

Siyasi anlamda önce sağcı, solcu sonra liberal, demokrat, sosyalist, milliyetçi, devletçi, komünist…vb bölünmüşler. Toplumsal tabakalara baktığımızda üst sınıf, orta sınıf(Türkiye’de nesli tükenmiş durumda), alt sınıf diye ayrım yoluna gitmişler. Düşünceler boyutuna girersek hiç çıkamayız çünkü  materyalistler, rasyonalistler, varoluşçular, hümanistler, Aristocular, Marksistler, Descartesciler, Kantçılar… uzar gider.

İnsan sosyal, siyasal, kültürel, düşünsel ve inançsal yönden pek çok noktada ayrılmayı seçmiş. Doğada kutuplar iki taraflıdır, kutup zaten iki tane olur ama insanda bunun sayısı üçe dörde beşe yüze çıkmış. Doğadaki kutuplaşmaların gene doğaya büyük faydaları vardır ve mükemmel bir uyum içindedir. İnsan doğayı taklit ederek ondaki uyumu, muhteşem ahengi yakalamaya çalışır ama bir türlü başaramaz. Hatta uyum bir yana karmaşa, kargaşa, huzursuzluk, kavga, geçimsizlik üretir. Hepimiz biliyoruz bu kutupların birbirine tahammül edemediğini, ellerinden gelse birbirlerini bir kaşık suda boğacaklarını, üstünlük mücadelelerini, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalıştıklarını, haince ve sinsice planlar kurmalarını, karşı tarafı sindirme isteklerini, birbirlerinin seslerine, giyinişlerine, yürüyüşlerine hatta varoluşlarına katlanamadıklarını, kişisel olarak birbirini hiç tanımadıkları halde yapıştırdıkları damgaları, büyük nefretleri, iğrenmeleri, tiksinmeleri…

Nedir bu kutuplaşmaların altında yatan temel neden? İnsanın özgürlük arayışı mı? Biraz daha özgür olabilmek, başkalarının dışında düşünmek ve hareket edebilmek var olan durumdan kendini soyutlamak yeni yaşam biçimleri oluşturabilmek için mi uzaklaşır? Özgürlük uğruna mı uzaklaştığı yerde yeni, karşıt, var olanı reddeden bir yapılanma içine girer? Hal böyle olunca insanın aklına şu soru geliyor: Gittiği yerde yarattığı yeni kutupta gene o yarattığı şeye bağlanmayacak mı? Önceleri kendi oluştururken bir şeyleri, sonraları bu oluşturduklarına bağımlı olmayacak mı? Artık bu yeni oluşum onun hayatını yönetmeyecek mi? Bir süre sonra, daha da ileri gidip bu yeni oluşum esir almayacak mı onu? Bu durumda nerede kaldı özgürlük? İnsan özgür olmak için yapmamış mıydı bunu? 


İşte bu yüzden belki de apolitiğim. Bir ideolojinin, bir düşüncenin, bir bakış açısının, esiri olmamak için. Bir tarafın adamı, birilerinin piyonu, maşası olmamak için, kendimi kullandırmamak için, özgür kalabilmek, özgürce yaşayabilmek için merkezdeyim her yöne eşit uzaklıktayım.

Hadi bakalım bırakın kutupları da merkezde toplanalım desem, insan ortak paydasında buluşalım desem, ayrılmak için değil birleşmek için çalışalım desem, gelin insanca kardeşçe, sevgi ve barış içinde, dostça yaşayalım desem, birbirimizden kaçmak, birbirimizi kaçırmak yerine, birbirimize doğru koşalım desem, gelin beraberce bir hedef belirleyelim geleceğe umutla bakalım desem, gelin el ele tutuşalım, atalım bencillikleri üzerimizden, bırakalım düşmanlıkları desem… Ne dersiniz? Cevabınızı biliyorum sadece taşlaşmış kalpleriniz belki biraz yumuşar diye soruyorum… Siz istediğiniz kadar kutuplaşın, milyonlarca kutup yaratın, ben kutupsuz kalmayı tercih ediyorum. Siz istediğiniz kadar uzaklaşın istediğiniz kadar kaçın kutuplara ben merkezdeyim ve ömrüm oldukça merkezden ayrılmayacağım…


BİLİM

Yıllardır bilimin içindeyim. Bilim bana her şeyden kuşku duymayı öğretti, böylece ben başka şeylerden kuşku duyarken kendinden kuşku duymayacaktım... Yemezler! Artık büyüdüm ve senin gibi kuşkularla dolu bir şeye kuşkusuz bakmıyorum. Şu vakitten sonra bilimden kuşku duyduğum kuşkusuz... 

Artık bilimin ötesinde düşünmenin zamanı gelmiştir. Bugüne kadar insanlığın bir adım önünde giden bilim gerilemeye hatta kendi kendini çürütmeye başlamıştır. Bundan 50 yıl sonra çok daha farklı bir düşünce sistemiyle düşünüyor olacağız... Bilim insanlığın peşinden gelecek artık... Bunca zaman bizi peşinden sürüklediği yeter...

İnsanlık olarak yıllardır bilime inandık. Bilim için inanılmaz hatalar yaptık. İnsanlığımızdan çıktık, koyun gibi ne dediyse itaat ettik. Yeme dedi yemedik, içme dedi içmedik. Budur dedi, budur dedik. Ondan gelen her şeyi hiç düşünmeden kabul ettik. Gelişme ilerleme uğruna neler kaybettik neler... Kandırıldık. Yeri geldi, uyutulduk, uyuşturulduk, düşüncelerimiz bile yönlendirildi. Özgürce düşünemedik. Belli kalıpların içine hapsedildik. Sistemler, nedenler sonuçlar, bakış açıları, sorular çözüm yolları... Derken aramızdan birileri bilimden sıyrılıp düşünmeyi  denedi. Bu arada insanlığın körü körüne inandığı bilim de tökezlemeye başlamıştı. Bilim yanılıyordu sürekli. Sonuçlar tahmin ettiği gibi çıkmıyordu artık. Olayları etkileyen başka değişkenler de vardı. Bilim bunları göremiyordu, eksikti çünkü. İnsanlık bunun farkına vardı. Bilimin ötesinde düşünmeye başladı. Artık gelişim çok daha hızlı olacak...



DENGE

Yıllarca fizik eğitimi aldım fizik eğitimi verdim. Fizikle uğraşan tanıdığım herkese, arkadaşlarıma, öğretmenlerime sorduğum bir türlü cevabını alamadığım bir soru vardı.-Dengedeki süreklilik  nasıl sağlanıyor?-Sorduklarımın hepsi çok güzel açıkladılar bana dengenin ne olduğunu.’’Cisme etkiyen kuvvetlerin bileşkesi ve cisme etkiyen kuvvetlerin dönme  eksenine göre momentlerinin toplamı sıfır ise cisim dengede denir. Bir cisim dengede ise ya duruyordur ya da sabit hızla gidiyordur sonucu çıkar.’’Bir de güzel örnek verirler uçaklar nasıl uçar-gemiler nasıl yüzer bilirler, bilmekle kalmaz çok da güzel öğretirler.

Bir uçağın havada kalmasını sağlayan kuvvetler vardır, bunlar: uçağa etkiyen yerçekimi kuvvetinden kaynaklanan uçağın ağırlığı, havanın kaldırma kuvveti, kanatlara etkiyen basınç kuvvetleri, motorun itme kuvveti, havanın sürtünme kuvveti… şeklinde sıralayabiliriz. Bu kuvvetlerin bileşkesi sıfır olduğunda uçak havada kalır basitçe sabit hızla ilerler. Peki asıl sorum şu:

Bu dengenin oluşmasında ya da bozulmasında pilotun rolü nedir? Pilot olmadan uçak dengede kalır mı? Pilotun bir hatası uçağı düşürmez mi? Sandalyeyi tek ayağının üzerinde dengede tutan ben değil miyim? Elimle azıcık itsem sandalye devrilmez mi? Evreni dengede tutan şey ne? Dengenin bozulmasına kim engel oluyor? Maalesef bu soruyu hiç bir öğrencim sormadı bana. Hiç bir fizikçiden de bu sorunun cevabını alamadım. Bir şeyi teorik bilgilerle açıklamak bizi gerçekten uzaklaştırabilir, gerçek bambaşka olabilir. Bendeki dengeyi kim sağlıyor? Benim türümden olanların hepsi nasıl oluyor da hep iki ayaklı, iki kulaklı, iki gözlü, bir burunlu, bir ağızlı? İnsandan doğanlar da hep iki ayaklı, iki kulaklı, iki gözlü, bir burunlu, bir  ağızlı. Milyarlarca yıldır benim türüm bu dengeyi nasıl korumayı başardı? Dengenin sırrını çözen var mı? Nasıl sürüp gidiyor bu kusursuz denge? İnsanın bütün bozma çabalarına rağmen neden bozulmuyor?


ANLAMAK VE ANLAŞILMAK ÜZERİNE

İnsanlar beni anlamıyor! Sen insanları anlıyor musun?

Hepimizin en çok şikayet ettiği konulardan biridir anlaşılmamak…

-Annem babam beni anlamıyor!

-Eşim beni anlamıyor!

-Arkadaşlarım beni anlamıyor!

-Ailem beni anlamıyor! kısaca insanların bizi anlamamasından şikayet ederiz hep.

Ben görmedim insanları anlamadığından şikayet eden birini. Oysa ben insanların beni anlamamasından çok insanları anlamamaktan şikayetçiyim. Bazen sorunun bende olduğunu düşünürüm, algılamamda bir problem olup olmadığından bile şüphe duyarım. Ne yapayım anlayamıyorum insanları, bir karış toprak için kan dökmelerini, kendi soylarını katletmelerini, yakıp yıkmalarını, güçsüzleri ezmelerini, para için ne kadar alçalabildiklerini, nelere kıymet verdiklerini, hiçbir şeyin değerini bilmemelerini, anne babalarından kaçmalarını, çocuklarını dövmelerini, bebeklerini sokağa bırakmalarını, kendini besleyemezken her yıl bir çocuk dünyaya getirmelerini, eşlerini aldatmalarını, en yakın arkadaşının sevgilisini ayartmalarını, haksızlığa göz yummalarını, haksızlık yapmalarını, birilerinin sırtına basarak yükselmeye çalışmalarını, kariyer uğruna her türlü ahlaksızlığı reva görmelerini, kendi egolarını tatmin etmek için insanların ekmeğiyle oynamalarını, durumu kurtarmak için yalan söylemelerini, kardeşlerini bile kıskanmalarını, dünyayı devirecek hırslarını, üstlerine yaptıkları yalakalıklarını, vatanını satacak kadar hain olmalarını, bir hiç uğruna kendilerini küçük duruma düşürmelerini, ağlayan ya da aç bir çocuk gördüklerinde gösterdikleri duygusuzluklarını, sırf karşıt görüşe sahip diye o insana duydukları nefretlerini, insanların inanç ve vicdanlarını sömürmelerini, yapmaları gereken her işten kaytarmalarını, kendi işlerini başkalarına yaptırmaya çalışmalarını, en ufak bir engelle karşılaştıklarında tahammülsüzlüklerini, bildiklerini saklamalarını, gerekli gereksiz durmadan konuşmalarını, hiçbir eğitim almadan her konuda uzman olmalarını, düşüncesizliklerini ve  bunu meziyet zannetmelerini, ağızlarına geleni söylemelerini, nasıl bu kadar acı verebildiklerini, olup bitenlerden habersizliklerini, dünyanın haline şöyle bir bakıp gidişatı görüp nasıl bu kadar rahat olabildiklerini bir türlü anlayamıyorum dehşete düşüyorum insana dair bir şey duyduğumda ve bir anlam veremiyorum yaptıklarına. İnsanlığımdan utanıyorum insanın insana yaptıklarını görünce. Şimdi bütün bunlardan sonra hala şikayetçi misin insanların seni anlamadığına? Sence bütün bunları yapan insan seni anlayabilir mi? Anlasa bile bunu belli eder mi? Tek derdin bu mu sevgili arkadaşım? Eğer sen bütün bu saydıklarımı anlayabiliyor anlayışla karşılayabiliyorsan ve hala insanların seni anlamadığından şikayetçiysen, sen ya gerçekten körsün ya da bencilin önde gidenisin… Anlamak, anlatmak, anlaşılmak zor zanaat...



KONUŞMAK

Sükut altınsa, konuşmak baldır… 

Söz gümüşse sükut altındır-konuşmak bir ihtiyaç olabilir ama susmak sanattır-susmak en büyük erdemdir-sus da adam sansınlar-susan kazanır-az laf çok iş-sen sus gözlerin konuşsun-susmam asaletimdendir-… böyle böyle susmayı yüceltirler konuşmayı değersizleştirirler. Çocuklara bile sen sus bakayım sana bayramdan bayrama laf düşer şeklinde paylayarak zorla susmayı öğretirler. Susmak erdem olabilir, yeri geldiğinde susmak konuşmaktan daha etkili olabilir. Ama ben konuşmak taraftarıyım. 

Konuşmak susmaktan daha zevkli geliyor bana. Hayatımı konuşarak sürdürebiliyorum. Derdimi, duygularımı, isteklerimi konuşarak anlatıyorum.  Konuşarak annemle sohbet ediyorum, konuşarak arkadaşlarımla iletişim kurabiliyorum.  En mutlu anlarımı konuşarak yaşıyorum. Sevdiğimle göz göze susarak oturmak yerine, konuşmayı tercih ediyorum el ele. Susmanın getirdiği gerginlik ve soğukluklar konuşarak gideriliyor çoğu zaman. Küslükler dargınlıklar bir konuşmayla bitiveriyor. Olmaz zannettiğimiz işler bir kişinin bir lafıyla oluveriyor. Var mı konuşmaktan daha güzeli? Ben konuşmaktan aldığım zevki başka hiç bir şeyden almam. Bu ‘konuşma’ dediğim şey yanlış anlaşılmasın. Boş ve gereksiz konuşmayla karıştırılmasın. Diline sahip çıkmadan Allah ne verdiyse, ağzına geleni söylemek, alakalı alakasız her lafa atlamak, düşünmeden kontrolsüzce terbiye sınırlarını aşarak konuşmaktan bahsetmiyorum. Bu tarz konuşma ne tat verir, ne yarar getirir, ancak felakete sebep olur.

Yeri geldiğinde, gediğine oturtulmuş bir laf, kahkahalar kopartacak bir espri patlatmak ne kadar zevklidir bilir misiniz? Konuşmak bana baldan daha tatlı gelir, hele hele konuştuğum kişi bir dostumsa, yüreği zihni dopdoluysa, paylaşacak da çok şey varsa olur mu hiç susmak?



UNUTMAYA ÇALIŞMAK

Bir şeyi unutmaya çalışmak kendimize yaptığımız en büyük işkencedir… 


Unutmaya çalıştığımız şey, aklımızı günlük hayatta düşündüğümüz şeylerden daha fazla meşgul eder. Tek derdimiz kurtulmaktır ondan. Bir daha hatırlamamaktır onu. Tüm çabalar nafiledir. Düşünüyorsun bir kere ve sürekli güncelliyorsun unutmaya çalıştığını. Bu şekilde mümkün olur mu ondan kurtulmak? Unutma eylemi planlı, programlı, bilinçli bir şekilde gerçekleşir mi hiç? Bunu bu şekilde başarabilen var mıdır acaba? Evet ben yaptım, unuttum dediğin anda bile aklına ilk gelen şey o unuttum dediğin şeydir. Unuttum zannettiğin şey sadece sana eskisi kadar zarar vermiyor, seni eskisi kadar rahatsız etmiyordur. Artık alışmışsındır unutmaya çalıştığınla beraber yaşamaya. Hep aklının bir köşesinde durur öyle. Kimi zaman sırıtır pis pis, kimi zaman sinir eder seni, kimi zaman sislerin arasında belli belirsiz, donuk mat çıkar karşına. Bazen bir acı kaplar içini, bazen bir iğrenti, bazen bir nefret, bazen çaresizlik… Ne hissedersen hisset aklından atamazsın onu. Delirecek gibi olsan da, çıkmazlara girsen de, inatla hırsla uğraşsan da başaramazsın unutmayı. 


Beynine reset çekme şansın yok. Bu çaba kendi kendine yaptığın bir işkenceden başka bir şey değildir. Uykusuz geceler, zararlı alışkanlıklar, iletişim problemleri, kırılganlıklar, alınganlıklar, krizler, ruhsal bozukluklar bu dönemde sıkça çıkar ortaya. Doktorlar ararsın, dostları yorarsın, alkolden medet umarsın; beynini uyuşturmaya çalışırsın. Denemediğin yol kalmaz. Fakat hiç biri sana unutturmaz. Ama uğraşmazsan, zamana bırakırsan ve başka şeylere konsantre olursan, kendini meşgul edersen, zaten kendiliğinden gerçekleşir istediğin şey. Çaba harcayarak ulaşamadığın; fakat çaba harcamadan başarabildiğin tek şey unutmaktır belki de. Boşuna dememişler zaman her şeyin en iyi ilacıdır diye…



KABULLENMEK

Bir suçu kabullenmek, bir insanı kabullenmek, bir durumu kabullenmek hatta kendimizi kabullenmek… hangisi olursa olsun çok zor ve zaman alıcı bir iştir. Kabullenmişsek artık onunla yaşamaya alışmışız, hayat devam ediyor diyebiliyoruz demektir. En azından olumsuz etkilerini üzerimizden atmışız anlamına gelir. Bu süreç çok sancılı ve sıkıntılıdır.

Kabullenme önce bir inkar ve reddetme dönemi gerektirir. Sonra acı, göz yaşı, sinir krizleri, iç hesaplaşmalar, sorular cevaplar gelir. Bilinç uyanmaya başlar yavaş yavaş ya bu durumu kabullenecektir ya da aynı iç çekişmeleri belki daha şiddetli bir biçimde yaşamaya devam edecektir. Hiç bir bilinç ömür boyu bu işkencelerle beraber olmayı göze alamaz. En kötü durum bile olsa kabullenir en sonunda.

Ölümü bile kabullenir insan. Başka çaresi mi var sanki. Aslında kabullenme hayatımızın olmazsa olmazlarındandır. Gerekli olduğu kadar zorunludur bir bakıma. İnsanın hatalarıyla, eksikleriyle, kusurlarıyla; kilolarına, kısa boyuna, sivilceli suratına, yaşına, selülitlerine, iş ve akademik yaşamındaki başarısızlıklarına rağmen kendini kabullenmesi diğer bir deyişle kendiyle barışık olması lazımdır. Bu sayede hayata daha sıkı sarılır, daha güzel, daha kolay adapte olur.

Çocukları arasında ayrımcılık yapan bir babayı haksızlığa uğrayan evlatlar ne yapsın? Tüm uyarılara anlatmalara rağmen aynı şekilde hareket etmeye devam ediyorsa onu mahkemeye mi vermeli? Babalıktan red mi etmeli? Atsan atılmaz satsan satılmaz…

Hastasın ve hastalığının çaresi yok. Tıp biliminin bu konuda eli kolu bağlı. Ne yapacaksın? Kendini mi öldüreceksin, hastalığının tedavisinin bulunma ümidine rağmen? Öldürmez süründürür, mezara kadar seni bırakmaz ama bir şekilde onunla yaşamayı öğrenmen lazım…

Evlendin çok kısa bir süre sonra eşinin aşık olduğun kişi olmadığını anladın. Bir anda değişti her şey. O güzel günler mazide kaldı. İlişkiniz, eşin sanki bambaşka bir hal aldı ki, çok sık rastlanan bir durumdur. Ne yapacaksın? Hemen boşanacak mısın? Tüm odunluklarına, düşüncesizliklerine, çıtkırıldımlıklarına, hünersizliklerine rağmen eşini seveceksin. Hiçbir insanın dört dörtlük olmayacağını bilerek, eşinin ufak tefek hatalarını görmezden geleceksin. O insanın eşin olduğunu kabulleneceksin, daha mutlu huzurlu bir aile hayatı için. Yani koşulsuz kabul edeceksin insanları, hayatı…



DÜŞÜNCE VE İNANÇLAR DA GÜNCELLENMELİ

Bir süredir sosyal paylaşım siteleri üzerinden insanları düşünmeye sevk etmenin, geçmişin doğrularını sorgulamanın, sorgulatmanın bir yolunu bulmayı denedim. Bu kitabın ortaya çıkmasına da aynı düşünce sebep oldu. Hep birlikte düşünerek kafa kafaya vererek bir sinerji oluşturma niyetindeydim. Bu şekilde insanların sahip oldukları bilgileri güncellemelerini, aradaki yanlışları eleyerek daha yeni, daha bilimsel, daha çağdaş yolları kullanarak yeniden yapılandırmalarını sağlayabilecektim… Maalesef bilimin açıklayamadığı, eksik ve hatalı açıkladığı, sonradan kendinin bunu çürüttüğü hatta güldüğü bilgilerin doğruluğuna inanan hayatını bunlara göre şekillendiren insanların sayısı az değil. Sorduğunuzda kendisi bile buna bir açıklama getiremezken, dayanaksız, rastgele, havada açıklamalarla yaşayan insanlar var. Çok küçük yaşlarda ailesinden ya da arkadaş çevresinden öğrendiği bilgileri aradan geçen 30- 40 yıla aldırmadan değişmez doğrular olarak geleceğe taşıyan insanlar var. Ne yazık ki çok üzücü bir durum bu. Yeniden sorgulanması, bugünün koşullarında daha gelişmiş bir beyinle yeniden düşünülmesi lazım diye düşünüyorum. Bunu yaptırabildim mi? Aslında pek de emin değilim. Çünkü insanlar bu bilgilere sanki bir bağlılık yemini etmişler, değişirse boşluğa düşeceklermiş gibi korkuyorlar, akıl almaz bir iç rahatlığı taşıyorlar. Hal böyle olunca da fazla rahatsız etmek istemiyor insan. Çünkü o bu şekilde mutlu, bu şekilde bir dünya kurmuş kendisine. Ne gerek var o dünyayı yıkmaya demekten kendimi alamıyorum ya da bu konudaki başarısızlığımı örtmek için mantığa bürüme yapıyorum…

ÇOCUK SAHİBİ OLMAK

Bakamayacağın demiyorum (çocuğa iyi kötü bakılır bir şekilde çocuğun karnı doyar ) ama yetiştiremeyeceğin çocuğu dünyaya getirme…
Türkiye’nin dört bir tarafını gezdim altı bölgesinde yaşadım sayısız insan tanıdım. Yaşadığım yerlerde pek çok kadınla tanışma ve onları gözlemleme fırsatı buldum. Kadınlardan çok çocuklu olanlar arasında ortak bir nokta fark ettim. Bu kadınların çoğu okuma yazma bilmiyordu bilenlerin de algılamalarında problem vardı. Sohbet edemiyordum onlarla, çünkü hiç dinlemiyorlardı beni. Ben bir şeyler anlatırken, onlar da konuşuyordu. İletişim tarzımız bir çeşit toplu monologdan öte gitmiyordu. Her hangi bir konuda soru sorduğumda sorumla hiç alakası olmayan cevaplar alıyordum. Çocuklarından dert yanarlardı bana, kendilerini hiç dinlemediklerinden, okumayı okulu sevmediklerinden, haylazlıklarından, mahalleliye zarar verdiklerinden şikayet ederlerdi. Hem bana danışır benden yardım isterlerdi; Hem de beni hiç dinlemezlerdi. Dinlediklerini de anlamazlardı. Hep merak ederdim neden bu kadar çocuk? Üçü anlayabilirim nüfusun dengeli seyretmesi için, çok çocuk seviyorsundur dört olsun, hadi beşinci de benden olsun. Ama altı, yedi, sekiz… Bu devir de bu kadar çocuk ne için?
Çocukları parka oynatmaya götürdüğümde tanıştığım bir kadın vardı, bir dönem üç tane kuması ve on altı çocukla aynı evde yaşadığını anlatmıştı bana. Neden böyle bir şey yaptığını sordum ona. Nasıl olur da kabullenirdi böyle bir durumu? Açıkça sordum. Kandırıldım dedi bana. Evli olduğunu söylememiş eşi. Kadın bir şekilde aşık olmuş ve kaçmış sevdiği insanla. Yeni gelin evine geldiğinde tabi büyük bir hayal kırıklığı: kendinden başka üç tane daha kadın ve on dört çocuk. Evden kaçtığı için ailesinin yanına geri dönememiş, eşi de bırakmamış tehdit etmiş onu, gidersen öldürürüm demiş. Kalmaya mecbur olmuş. İki tane de çocuk dünyaya getirmiş. Evde tam on altı tane çocuk olmuş bir süre sonra. Eşinin amacının ne olduğunu sordum, neden bu kadar çocuk yaptığını; çünkü bu kadar çocuk ancak belli bir amaç için yapılır. Hiç bir amacı yok dedi. Ayrıca “eşin bir baba olarak bu çocukların hangi biriyle ilgilenebilir, hangi birini sevebilir, hangi birini öpüp kucağına alıp sarılabilir?” dedim. “Bu çocukların hangi biri baba şefkatinden nasibini alabilir?” dedim. Kadın ne ilgisi ne sevgisi dedi. Dayak yemediğimiz günü öpüp başımıza koyuyoruz. Baba ancak cezalandırıcı işlevi görüyordu akşam eve geldiğinde eline sopayı alıp sorun çıkaranları bir güzel dövüyordu ya da azarlıyordu dövmüşten beter ediyordu. Her türlü şiddet içerikli yöntemi kullanıyordu. Başka türlüsünü beklenmezdi zaten böyle bir insandan. Demokratik baba tutumu sevgi saygı çerçevesinde ilişkiler hayal bile edilemez sanırım.
Kadın yıllar sonra iki çocuğunu da alıp kumalarından ayrı başka bir eve taşınmış.
-Oh ne güzel kurtulmuşsun dedim,
-Evet hiç bitmeyecek bir işkence gibiydi dedi.
-Aferin bak ne güzel yapmışsın kimseye muhtaç değilsin artık, kendi ayakların üzerinde durabiliyorsun çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirebileceksin
-Evet artık kafam dinç çocuklarıma bir lokma bir şey düşmüyordu o kalabalıkta dedi. Akşama kadar uğraşıp yaptığım yemekten bazen bir kaşık almak nasip olmazdı dedi ve anlatmaya devam etti…
Duyduklarım karşısında şok olmuştum. Kadının işi gücü yokmuş. Eşinin gönderdiği parayla yaşıyormuş. Adam para göndermese kadın da çocuklar da aç kalacak. Böyle bir durumda neye güvenerek çocuk meydana getiriyorlar anlaşılır gibi değil.
Bu devirde bu kadar çocuk ne için gerekli? Ne verilebilir onlara, ne katılabilir hayatlarına, hangi biriyle ilgilenilebilir yeterince? Kendi boğazlarını zor doyuran geçim sıkıntısı içindeki insanların yaptıkları ne kadar doğru? Tartışma konusu.
Zeka geni anneyle taşınırmış, zeka seviyesi düşük bir anneden normal ya da yüksek zekalı bir bireyin meydana gelmesini beklemek doğru olmaz. Düşük zekalı bireyin düşük zekalı çocukları olacağından bu böyle sürüp gideceğinden açıkçası toplumun zeka seviyesi düşecek diye korkmamak elde değil. Araştırmaların gösterdiğine göre en çok suça eğilimi olan, zararlı alışkanlıklar edinen, alkol ve uyuşturucu madde bağımlısı bireyler, toplum düzenini bozan çocuklar, çok çocuklu ailelerden geliyor. Bu noktada çocukları suçlamak yanlış olur. Asıl suçlu onları başı boş sokağa iten, onlara sahip çıkmayan ailelerin. Bir ara bu duruma bir dur demek için insanlar evlendiklerinde, onlara IQ testi yapılması gerektiğini düşündüm. Acaba devlet bunu yapsa ve insanlara test sonuçlarına göre çocuk yapma kotası koysa nasıl olurdu? Kotayı aşanlara yaptırım uygulasa? Böylece daha düzgün bir topluma doğru ilerleme sağlayabilir miydik? Çok mu saçma buldunuz? Uçuk bir öneri gibi görünse de bazen toplumun iyiye gitmesi için çare gibi görünüyor insana. Bir çocuk yetiştirmek bir bitki yetiştirmeye, hayvan beslemeye benzemez. Son derece zahmetli, riskli, önemli bir iştir. Sadece maddi yönden durumunuzun iyi olması yetmez. Manevi yönden de dolu olmalısınız. Çocuğu giydirip süsleyerek cebine harçlık koyarak işiniz bitmiyor, onun işlenmesi lazım, içinin de süslenmesi güzelleştirilmesi, doldurulması lazım. Var mı yeterince sevginiz, şefkatiniz, sabrınız, aile terbiyeniz, görgünüz, ahlaki değerleriniz, ilginiz… Unutulmamalıdır ki çocuk sahibi olmak bir zorunluluk değildir,  bir seçimdir…
Toplumdaki bütün sorunlar aile kurumunun üzerine düşen görevi yapmamasından kaynaklanır. Çocuk aile içinde doğar, bütün ilklerini ailesinden öğrenir. Çocuk ailenin aynasıdır. Çocuk kendine ne verilirse odur. Toplumun yapıtaşı da ailedir. Aile çocuğuna gerekli eğitimi, terbiyeyi, ahlakı verebilirse toplum içine çıktığında nerede nasıl davranacağını bilir. Bocalamaz, sorun yaşamaz, sorun yaratmaz. Bütün aileler üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirseler toplum her anlamda sağduyulu, sağlıklı bireylerden oluştuğu için dünya daha yaşanılası bir yer olur. Ama günümüzde görünen o ki gidişat hiç bu yönde değil. Her şeye sahip gibi görünen zamane çocuklarının aslında pek çok şeyden mahrum bırakılıyorlar. Onlar için üzülmemek elde değil. Çocuk daha doğar doğmaz anne şefkatinden mahrum kalıyor, bir bakıcının kollarında buluyor kendini, anne sütü bile alamıyor; annesi çalıştığı için. Babasının da yüzünü görmeden büyüyor. Şanslıysa akşamdan akşama uyumamışsa bir kaç saatliğine ancak görebiliyor anne babasını. Ne büyük eksiklik, şefkat eksikliği. Çocuk biraz büyüyor, bir yürütece hapsediliyor, daha sonra televizyona, arkasından bilgisayara… Son olarak da okula ve sınavlara esir ediliyor. Ne zaman kucaklanıp sevgi ilgi gösterilecek çocuğa? Ne zaman, oyun oynanacak, parka gidilecek, uçurtma uçurulacak, bisiklete binilecek, çimenlerde yürünecek, beraber bir şeyler yapılacak, konuşulacak çocukla? Bazı aileler çocukları sadece evliliğin devamı, sosyal hayatta prestij kaynağı, beslenen büyütülen bir canlı gibi görüyorlar. Fiziksel ihtiyaçlarını karşılayıp, daha üst düzey, öze dönük ihtiyaçlarını gözden kaçırıyorlar. Bu ihtiyaçları karşılanmayan çocuklar da çareyi yanlış yollarda arıyorlar. Ailelerinin ilgisini çekebilmek için, ters kimlik, sorunlu kişilik yapıları, topluma düşman bir tutum geliştiriyorlar… İşte bahsettiğimiz bu durumlardan dolayı çocuk sahibi olmak, anne baba olabilmek büyük bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu taşıyabilecek kişilerin çocuk sahibi olması gerekir. Anne babalık doğuştan gelen bir yetenek değildir, öğrenilebilen bir beceridir. Her insan istedikten sonra yeterli zaman ve çaba harcayarak iyi bir anne baba olabilir. Temennimiz tüm anne babaların bu sorumluluğun bilincinde hareket ederek çocuk sahibi olmaları.

KİBİR

Kendini sev, kendine bak, kendini bil, kendinle ilgilen ama asla kendini beğenme…

Kendini sevmek kendiyle barışık olmak kadar güzel bir şey var mıdır? İnsan kendini nasıl sever? Kendine vakit ayırarak, kendine bakarak, kendiyle ilgilenerek değil mi? Modern yaşam maalesef buna pek izin vermez. Oradan oraya koşuştururken çoğu zaman unuturuz kendimizi. Halbuki insan olarak ne kadar ihtiyacımız vardır kendimizi dinlemeye, anlamaya, iç dünyamızı keşfetmeye. Önemsiz gibi görünen bu ayrıntılara dikkat eder bir şekilde azıcık da olsa kendimize vakit ayırmayı becerebilirsek çok kısa bir süre sonra hayatımızın nasıl olumlu yönde değiştiğini fark ederiz. Denemek bedava buyurun bir deneyin ve farkı siz de görün. Nasıl gençleştiğinizi, nasıl güzelleştiğinizi, nasıl cıvıl cıvıl hissettiğinizi, yaşama arzusuyla dolduğunuzu, hem siz hem de etrafınızdakiler şaşkınlık içinde seyredeceklerdir. Bunlar olması gerekenler. Bir de olmaması gereken bir durum vardır ki o da kendini beğenme mevzuudur.
     Kendini beğenmek insanoğlunun özünde var olan, yaradılışından gelen bir özelliktir. Kendini beğenmeyen insan yoktur, dünyanın en çirkin, en düşkün, en yoksul, en berbat insanı bile kendinde beğenilecek bir yan bulur. Kendinin diğerlerinden farklı olduğunu, bambaşka olduğunu düşünür. Aslında böyle düşünmek çok da yanlış değildir. Fakat bu durumu abartarak kimilerinin parasına, güzelliğine, bilgisine güvenerek hastalık haline getirmeleri yanlıştır. Bu tip hastalar bütün sahip olduklarının sonsuza dek kendilerinde kalacağını zannederler. Güzelliğine güvenme bir sivilce yeter, zenginliğine güvenme bir kıvılcım yeter. Hangi ceylan göz ki yere akmadı, hangi güzel yüz ki toprak olmadı mantığını anlatmaya çalışmak hastaları iyi etmeye yetmez. Hastalıkları öyle ileri düzeydedir ki sahip olduklarının hepsinin fani olduğunu bile bile küçük dağları ben yarattım diyenlerin, paranın her kapıyı açtığını düşünenlerin, kendilerine ait olmayan şeylerle etraflarına tehditler savuranların sayısı az değildir, yaşadığımız dünyada.
Benim gücüme kimse ulaşamaz bana kimse dokunamaz diye böbürlenenler, bir gün size öyle bir dokunurlar ki feleğinizi şaşırırsınız! Bu kadar da kibirli olmayın! Kendinizi sevmeyin demiyorum tam tersi kendinizi çok sevin, etrafınızdakileri de sevin, onlarla ilgilenin aksi taktirde bu onların sizden uzaklaşmasına, sevenlerinizin sayısının azalmasına hatta bir gün yapayalnız kalmanıza neden olur. Ne demişler sevdiklerinize zaman ayırın yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır. Benden söylemesi: siz hala insanları küçümsemekten hoşlanıyor, kendinizi dev aynasında görüyor, burnunuzun kaf dağında olmasından rahatsızlık duymuyorsanız, bir gün eninde sonunda yalnız kalacaksınız. Siz başkalarını hiçe sayarken elbet başka birileri de size tepeden bakacaktır o gün geldiğinde her şey için biraz geç olabilir, pişmanlıklar çare olmayabilir…

HATALI  VARLIK İNSAN

İnsan hatalı bir varlıktır…

Hatalar insan içindir, hepimiz hata yaparız, doğduğumuz günden beri sayısız hatalar yapmışızdır hatta aynı hatayı defalarca yapmaktan kendimizi alamamışızdır. İnsan yapısı gereği zaafları olan zayıf bir varlıktır, hata yapmaya çok meyillidir. Şu an yaptığımız gibi ilerde de irili ufaklı hatalar yapacağımız kesindir insan olarak yaşadığımız sürece hatadan kaçmak imkansızdır. Belki en aza indirmek mümkündür ama sıfırlamak olanaksızdır… İnsanların hatalara karşı toleransları çok düşüktür, hata affetmezler, hata görmeye tahammül edemezler, anında sinirlenirler, ayıplarlar, kınarlar, tepki gösterirler özellikle de hatayı yapan başkasıysa mangal da kül bırakmazlar. Hoşgörü, sabır anlayış, affetme pek nadir rastlanır hatalar karşısında. O kadar ağır tepkiler verilir ki hatayı yapan yerin dibine girmek, oracıkta ölmek, yeryüzünden silinmek ister. Utanç, suçluluk psikolojisi, savunma mekanizmaları devreye girer harıl harıl hummalı bir çalışma başlar. Bir hata yapılmışsa biri hatayı su yüzüne çıkarmaya, hata yapanın kafasına vura vura gözünün içine sokmaya çalışır. Diğeri nasıl etse, ne yapsa da bu durumdan kurtulsa; ortamdan sıyrılmanın sıvışmanın yolunu arar. Tepkiler bu şekilde şiddetli olduğu için insanlar genelde hatalarını, hatalı olduklarını kabul etmek istemezler. Hele hele başkası tarafından hatalarını duymak istemezler, bu konuda en ufak bir şey sezinleseler hemen kulaklarını tıkarlar…
Kulaklarını da tıkasalar, gözlerini de kapasalar, kafalarını kuma da gömseler insan hatalı bir varlıktır. Yaradılış olarak kusursuz olmasına rağmen, sanki bu durumu tersine çıkarmak istercesine kusurlar işler insanoğlu. Yaratıldığı ilk günden itibaren hata yapmaya, kusur işlemeye başlamıştır ve o günden beri yaptığı hatanın bedelini ödemektedir. Kendisine muhteşem bir zeka bahşedilmiş olmasına rağmen, hatalar söz konusu olduğunda nedense aklını kullanmak istemez insan. Hata yapmak bir zevktir onun için tabi kimse bilmediği ve yüzüne vurmadığı sürece. Hatasından pişmanlık duymaz, hatasında ısrar eder. Bir çeşit hata yapma bağımlısıdır. Hatalarından ders çıkarmak, onlardan kurtulmak işine gelmez. İnsan sever hata yapmayı. Peki yer yüzü bu kadar hata yapanla doluyken, hatasız kul yokken, nedir bu tahammülsüzlük? İşte bu da hata! İnsanın hatalara karşı tahammülsüzlüğü de büyük bir hata! Hata üstüne hata!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder